Adanmış Hayatlar


İlhama mazhar kadın: Hazreti Hansayı: 82 | 27 Eylül 2012

Cahiliye’nin tozu bulaşmamıştı Hazreti Hansa’nın ayağına. İslâm’ı reddedenlere aldırmamış, imana çabucak açmıştı kalbini. Peygambe-rimiz’in ifadesiyle ‘örnek bir İslâm kadını’ olmuştu zamanla. Öyle ki dört oğlunu şehit verdiği halde “Sana hamd olsun.” diyebilmişti.
Mekke’de bir çarşı Ukâz Çarşısı;
Çarşı ki, nereden baksan karşısı…
Şehri hâleleyen büyük panayır…
Sade alım-satım yeri mi, hayır!
Orada en zengin alışveriş, söz.
Üstünde ruh tüter, dalga dalga öz.
Düşünce merkezi, şiir meydanı…
Sanki bir kürsüde dil buhurdanı,
Necip Fazıl, ‘Ukâz Çarşısı’ şiiriyle Cahiliye devrinden bir kesit sunar bize. Şair, Mekke’de kurulan şiir meydanında geçer akçenin söz olduğunu, kürsüde buram buram dil buhurdanının koktuğunu veciz bir şekilde anlatır. Şiirin bütünündeki tasvirleriyle bugünden o günlere projektör tutar adeta. Nitekim o dönemde Ukâz ve Zülmecaz panayırlarında şiir müsabakaları düzenlenirdi. Buraya gelen tüm şairler söz incilerini bir bir döker de seçilen en güzel yedi şiir Kâbe’nin duvarına asılırdı. ‘Muallakât-ı Seb’a’ adı verilen bu yedi şiir, bir yıl boyunca duvarda kalır, herkesin görmesi sağlanırdı. O dönemde şairler, kabile reislerinden sonra en çok itibar gören kişiler arasında yer alırdı. Hatta bir şairin sözü bazen savaş sebebi olurken bazen barış bayrağını dalgalandırırdı. Cahiliye devrinde şiir ve hitabet sanatı o kadar önemliydi ki Mekke sokaklarında kimi çevirseniz size birkaç saat şiir okuyabilirdi. Hz. Ömer’in “Gözümü yumsam cahiliye şiirinden bin tane beyit okuyabilirim.” ifadesi de şiirin toplumdaki yerini ve önemini özetler gibi.
Şiire ilgi duyanlar erkeklerden ibaret değildi. Eski Arap cemiyetinde kabile savaşlarında ölenlerin ardından ağlayan, mersiyeler okuyan, ölenlerin yakınlarını intikama teşvik etmek amacıyla şiirler söyleyen kadın şairler de vardı. Tabii İslâm’la müşerref olan hanımlar, şiir okuma biçimini de zamanla değiştirmişti. Çünkü Gönüller Sultanı (sallallahu aleyhi ve sellem), şairlerin şiirleriyle dine hizmet etmelerini istemişti.
Cahiliye kibrinden sıyrılamayan şairler, İslâm’ı hemen reddetme yoluna giderken Hz. Hansa hakikati kavramakta gecikmemişti. Kendi kabilesinden birkaç kişiyi de yanına katarak Medine’nin yolunu tutmuş, huzur-u saadete vararak İslâmiyet’le şereflenmişti. Hakikati yudumlayan Hansa, şiirlerini artık İslâm için dile getirecekti. Öyle ki Söz Sultanı Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) “Haydi, Hunâs!” diyerek ondan şiir okumasını isteyecekti.
Birçok şair yetiştiren Beni Süleym kabilesine mensup olan Hazreti Hansa’nın asıl ismi Tümâdır binti Amr. Ancak o, fizikî görünümünden dolayı ‘çekik burunlu’ manasına gelen ‘Hansa’ lakabını alır. Savaşlardaki kahramanlıkları kadın duygusallığı içinde anlatsa da mersiye türünde meşhur olur. Nitekim Muaviye ve Sahr ismindeki iki kardeşi, kabileler arasındaki savaşlarda öldürülünce onun şiirleri farklı bir boyut kazanır. Çünkü o, yaşadığı acıyı kalemine yansıtır. Şiirleri, dönemin şairleri tarafından da kusursuz bulunur. Örneğin Hazreti Hansa’nın ‘Mersiye-i Raiyye’sindeki “Sahr öyle birisidir ki o, yol gösterenlerin önderidir. O başında ateş olan bir âlem (bayrak) gibidir. Sahr bizim hem sahibimiz hem efendimizdir. Biz onu nasıl övelim, o bir denizdir.” şeklindeki ifadelerini dinleyen namlı şair Nâbiğa ez-Zübyânî, “Ey Hansâ, eğer Ebu Nusayr daha önceleri şiir söylememiş olsaydı sen herkesten daha şâirsin derdim sana.” diyerek beğenisini ifade eder.

DÖRT OĞLUNU ŞEHİT VERİR

Hazreti Hansa deyince sadece şairliği gelmez akla. Zira hicretin 16. yılında yapılan Kadisiye Savaşı’na dört oğlunu gönderen hanım sahabenin oğullarına verdiği öğütler, İslâm tarihine en güzel konuşmalardan biri olarak geçer: “Ey çocuklarım! Allah Teâlâ’nın kâfirlerle savaşana ne mükâfatlar vereceğini biliyorsunuz. Ahiretin sonsuz hayatının dünyanın geçici hayatıyla karşılaştırılamayacak kadar güzel olduğunu aklınızdan çıkarmayın. Allah Teâlâ şöyle buyuruyor: ‘Ey iman edenler! Zorluklara karşı sabredin, birbirinize sabır tavsiye edin, düşman karşısında uyanık bulunup birbirinize kenetlenin ve Allah’tan sakının ki, kurtuluşa eresiniz.’ (Âl-i İmrân, 200). Yarın sabah sağ salim yerinizden kalktığınızda, akıllıca davranın ve savaşa katılın. Düşmanla çarpışırken Allah’tan yardım isteyerek ilerleyin. Savaşın kızıştığını ve çetin bir noktaya gelip de iyice alevlendiğini gördüğünüzde onun alevleri arasına korkmadan dalın. Kâfirlerin komutanını bulup onunla vuruşun. İnşaallah başarılı olup mükâfat elde edeceksiniz.”
Annelerini can kulağıyla dinleyen dört kardeş, savaşa katılır. Hatta şehit oluncaya kadar düşmanla çarpışır. Hz. Hansa oğullarının Allah yolunda öldüğü haberini alınca “Onlara şehitliği nasip ederek bana şeref kazandıran Allah’a şükürler olsun. Allah’tan, rahmetinin gölgesinde onlarla beraber olmayı ümit ediyorum.” diyerek metanet ve teslimiyetini belgeler. Hansa ki Fethullah Gülen Hocaefendi’nin ifadesiyle mülhemûndan ilhama mazhar bir kadındır. Çocuklarından her biri düştükçe, onlara atılan oku bizzat kendi sinesinde hissediyor gibi kıvranmıştır. Fakat Efendimiz’e (sallallahu aleyhi ve sellem) olan bağlılığı da o denli kuvvetlidir ki, şikâyet ifade eden tek kelimelik bir söz dahi o ilhamla açılıp kapanan dudaklarına misafir olmamıştır.

--------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------

Cennetle müjdelenen sahabi: Hazreti Talhayı: 82 | 16 Ağusto2

Hz. Talha, Allah Resûlü tarafından cennetle müjdelenmesi, Efendimiz’in vefatından sonra şûra meclislerinin vazgeçilmez üyesi olması, Hz. Osman’ın halife seçimi öncesinde hakkını ona vermesiyle İslâm tarihinde ayrıcalıklı bir yere sahip.
Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), “Ebu Bekir cennettedir, Ömer cennettedir, Osman cennettedir, Ali cennettedir, Talha cennettedir, Zübeyr cennettedir, Abdurrahman bin Avf cennettedir, Sa’d bin Ebi Vakkas cennettedir, Said bin Zeyd cennettedir ve Ebu Ubeydetu’bnu’l-Cerrah cennettedir.” buyurarak daha hayatta iken bu mübarek isimlere, cenneti müjdeler. Özel bir iltifat ve değer anlamına gelen bu müjde, bahsi geçen on sahabinin, kıymetini gözler önüne seriyor. Zira onlar İslam’ın en zorlu günlerinden son nefeslerini verdikleri ana kadar istikametlerini hiç bozmayıp, çevrelerine ilham kaynağı oldular. Günümüzde de gökteki yıldızlar gibi hidayet kaynağı olmaya devam ediyorlar. Biz bu yazımızda Talha bin Ubeydullah’ın örnek hayatını sizlerle paylaşmak istedik.
İslâm’a ilk giren sahabelerden olan Talha bin Ubeydullah, Hz. Ebu Bekir’in irşadıyla Müslümanlıkla tanışır. Ticaretle meşgul olan Hz. Talha, Müslüman oluşunu şöyle anlatır: “Bir gün Basra çarşısındaydım. Bir rahip, kilisesinden çıktı, bize doğru yöneldi ve ‘Aranızda Mekke’den gelen var mı?’ diye sordu. ‘Ben varım’ diye cevap verdim. Rahip ‘Ahmet zuhur etti mi?’ dedi, şaşırmıştım. ‘Ahmet de kim oluyor?’ deyince, rahip ‘O Abdülmuttalib’in torunu, Abdullah’ın oğludur. Peygamberlerin sonuncusudur. Çıkış yeri Mekke, hicret yeri ise, hurma, sıcak ve verimin bol olduğu bir yer olacaktır’ dedi. Mekke’ye döner dönmez, Hz. Muhammed’in peygamberliğini ilan ettiğini duydum. Hz. Ebu Bekir’le beraber Allah Resûlü’nün huzuruna gidip Müslüman oldum.”
Hz. Talha’nın, Müslüman olmasıyla birlikte hayatı da değişir. Cahiliye’nin hâkim olduğu Mekke’de dininden dolayı birçok sıkıntıya maruz kalır. En yakın akrabaları dâhil olmak üzere Mekke müşriklerinden işkence görür. Evine hapsedildiği gibi günlerce aç ve susuz bırakılır. Çileli günlerinden birini de yakın dostu Hz. Ebu Bekir’le birlikte yaşar. Nevfel bin Huveylid isimli bir müşrik Hz. Ebu Bekir ve Hz. Talha’yı bir iple birbirlerine bağlayarak işkence eder. Birlikte aynı ipe bağlandıklarından dolayı bu iki sahabeye, ‘ayrılmaz dostlar’ anlamındaki ‘Karîneyn’ sıfatı verilir.
‘TALHA CENNETTE KOMŞUMDUR’
Müslümanların zorlu günlerinde çeşitli vesilelerle yapmış olduğu fedakârlıklardan dolayı, bizzat Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) tarafından iltifat görür. “Yeryüzünde yürüyen bir şehide bakmak isteyen Talha’ya baksın.” buyuran Resûl-i Ekrem bir seferinde de “Talha ile Zübeyr, cennette komşularımdır.” diyerek onları metheder.
Hz. Talha, Efendimiz’in hicreti esnasında ticarî faaliyetleri sebebiyle Şam’da bulunmaktadır. Kervanıyla beraber Mekke’ye dönerken, hicret yolculuğunda bulunan Kainatın Efendisi ve Hz. Ebu Bekir ile karşılaşır. Baştan bu yana İslâm’a gönül vermiş olan Hz. Talha, hicret gibi önemli ve kutlu bir faaliyetten geri kalmaz. Süratle Mekke’ye gidip, ticarî faaliyetlerini düzenler. Ve Hz. Ebu Bekir’in Mekke’de bıraktığı aile efradını da toparlayarak Medine’ye hicret edenler kervanına katılır.
Medine’de Allah Resûlu (sallallahu aleyhi ve sellem) onu Sad bin Rebi ile kardeş yapar. Asırlara örnek olacak kardeşlik destanını ortaya koyarlar. Zengin ve asil bir aileden gelmesine rağmen Hz. Talha, hicretin ilk yıllarında hamallık yaparak geçimini sağlar. Dine hizmetten ise bir adım geri durmaz. Efendimiz, Zübeyr bin Avvam ile birlikte onu Şam taraflarına istihbarat faaliyetlerinde bulunmak üzere görevlendirir. Hz. Talha, bu sebeple Bedir Savaşı’na iştirak edemez. Ancak Nebiler Sultanı, bilgi toplamak için görevlendirdiği bu iki şanlı sahabeye hem Bedir ganimetlerinden pay verir hem de onlara bu savaştan elde edilen sevaba ortak olduklarını müjdeler.
Hz. Talha, Bedir haricinde Allah Resûlü’nün katıldığı tüm savaşlara iştirak eder ve cansiparane mücadele eder. En büyük kahramanlığı ise Uhud’da gösterir. Efendimiz’in müşriklerin hücumuna uğraması üzerine bedenini siper eder. Öyle ki O’na (sallallahu aleyhi ve sellem) doğru gelen bir oka, elini açarak karşı gelir. Ok elini parçalar ve parmaklarından bazılarını kaybeder. Efendimiz bu olayla ilgili olarak “Uhud günü yeryüzünde sağımda Cebrail solumda Talha bin Ubeydullah’tan başka bana yakın bir kimse bulunmadığını gördüm.” buyurur. Bu şanlı sahabi Uhud meydanından 70’i aşkın yarayla ayrılır. Allah Resûlü’nün ruhunun ufkuna yürümesinin ardından da İslam’a hizmet etmeye devam eder. Hz. Ebu Bekir’in şura üyelerinden biri olur. İslam’ın ilk halifesi, hastalandığında yerine kimin geçeceğini onunla istişare eder. Hz. Talha, Hz. Ömer’in vefatından sonra yeni halifeyi seçecek altı kişilik heyet içinde yer alır. Seçim öncesi görüşmelerde Hz. Osman lehine halifelik adaylığını geri çeker.
Müslümanların tarihte yaşadığı en acı tecrübelerden biri olan Cemel Vakası’nda Talha bin Ubeydullah, Mervan bin Hakem’in attığı okla, 64 yaşındayken şehid olur. Hz. Ali onun şehid edilmesinden büyük üzüntü duyar. Başında gözyaşı döküp eliyle Hz. Talha’nın tozlanan yüzünü siler. Cenaze namazını da kendisi kıldırır

--------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------


Uhud'da çarpışan anne yüreği82 | ğustos 2012

“Nesibe, yetiştiği gül devriyle şen, şâd ve hurrem değildi. O Uhud’u düşününce seviniyor ve gülüyordu. Sırtında yumruğun saklanacağı kadar büyük bir yarayı gösterdikleri zaman mesud ve bahtiyar oluyor, ‘Hey gidi günler!’ diyordu.”
Medine’de İslâm’la şereflenen ilkler Mekke’nin karanlığında İnsanlığın İftihar Tablosu’yla bir araya gelmenin heyecanını yaşar. Onlar, Akabe tepelerinde gerçekleşen bu buluşmada bundan sonra hayatlarını şekillendirecek önemli bir söz verirler. Efendimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem) huzurunda canlarını, mallarını, evlâd-ü iyallerini muhafaza ettikleri gibi, Allah’ın Elçisi’ni muhafaza edeceklerine yemin ederler. Ve Âlemlerin Efendisi’ni Yesrib’e davet ederler. Bu daveti yapan kutlu insanlar arasında iki kadın da vardı. Bunlardan biri, dine hizmeti ile asırlarca kadınlık âlemine örnek olacak Ümmü Umâre Nesibe binti Ka’b’tır.
Yesrib’e İslâm’ı anlatmak için giden Mus’ab bin Umeyr’in gayretleriyle kısa zamanda birçok aile Müslümanlıkla şereflenir. Bunlar arasında Peygamber Efendimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem) anne tarafından akrabaları Necefoğulları da vardır. Bu kabile içerisinde İslâm’a ilk adım atanlar ise Hz. Zeyd, hanımı Hz. Nesibe ve iki oğlu Abdullah ile Habib olur. Onlar Medine’nin ilk Müslüman ailesi olmakla birlikte, davayı omuzlayan ilk fedakârlar arasına isimlerini yazdırır.
Peygamber Efendimiz Medine’ye hicret edince Medine’nin ilk Müslüman ailesi İslâm davası için elinden gelen bütün gayreti gösterir. Hz. Nesibe, Akabe’de verdiği söze oldukça sadık davranır ve oğulları Abdullah ile Habib’i de bu doğrultuda yetiştirir. Bu sebepledir ki Hz. Nesibe’nin en mutlu günlerinden biri, oğlu Abdullah’ı Bedir’e çarpışmaya göndermesidir.
Sıra Uhud Savaşı’na geldiğinde ise bu kahraman aile, İslâm orduları arasındaki yerini alır. Hz. Nesibe de yaralıları tedavi etmek ve su dağıtmak için muharebeye gider. Uhud’da galibiyet heyecanı yaşandığı sırada okçuların yerlerinden ayrılmasıyla müşrikler arkadan saldırır ve Müslümanlar iki ateş arasında kalır. Fırsattan istifade ederek Efendimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem) etrafını çevirmeye başlarlar. Sahabe Efendilerimiz, Allah Resûlü’nün etrafında etten kale oluşturur. Ok yağmuru ve kılıç darbeleri altındaki bu mukaddes hâlenin içinde Hz. Nesibe de yer alır.
Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), üzerine gelmekte olan bir grup gözü dönmüşü göstererek, “Bunlara karşı kim çıkacak?” deyince Hz. Nesibe, “Ben yâ Resûlallah!” diye haykırır ve müşriklerin yaptığı hamleleri püskürtmeye çalışır. Bu büyük kadın Efendimiz’i hedef alan kılıç, ok ve mızrak darbelerine vücudunu siper eder. Nebiler Serveri, onun Uhud’daki kahramanlıklarını daha sonra şöyle anlatır: “Hangi tarafa döndü isem onu orada kıyasıya savaşırken gördüm.”
‘ARTIK DÜNYANIN HİÇBİR MUSİBETİNE ALDIRMAM’
Hz. Nesibe, Allah Resûlü’nün (sallallahu aleyhi ve sellem) önünde mücadelesini devam ettirirken bir ara oğlu Abdullah’ın kolunun bir kılıç darbesiyle kesildiğini görür. Anne şefkatiyle hemen yanına koşar ve evladının kanayan yerini sarar. Ardından elini oğlunun sırtına vurarak, “Haydi oğlum şimdi git, Resûlullah’ın önünde savaş!” der ve kendisi de savaş mevkiine döner. Bu sözleri duyan Kâinatın Efendisi: “Ey Ümmü Umâre, senin yaptığını kim yapabilir ki?” der. Bu fırsatı iyi değerlendiren Hz. Nesibe, “Ya Resûlallah, dua et Cennet’te seninle beraber olayım!” der. Efendimiz, hiçbir duanın geri çevrilmeyeceği o makamda ellerini kaldırıp, “Allah’ım, bu aileyi benimle Cennet’te komşu yap!” diye niyaz eder. Ümmü Umâre Nesibe binti Ka’b, istediğini elde etmenin sevinci içerisinde Uhud Dağı’nda şu sözleri söyler: “Artık dünyanın hiçbir musibetine aldırmam.”
Hz. Nesibe, Uhud Savaşı’ndan ayrılırken vücudunda 13 yara vardır. Biri o kadar derindir ki, iki yumruk girecek kadar derin bir yara olarak tarif edilir. Yaralarının tedavisi tam bir yıl sürer. Ancak bu süre zarfında herhangi bir şikayet izhar etmez. Şefkat Peygamberi (sallallahu aleyhi ve sellem) de bu mübarek kadının tedavisiyle yakından ilgilenir.
Tesettür âyeti nazil olduktan sonra Müslüman kadının cihadı, örtüsü altında ve evinde olacaktır. Hz. Nesibe, İslâm ordularıyla birlikte savaşlara katılamamaktan büyük üzüntü duyar. Ancak Allah’ın emrine uymakta tereddüt etmez. Kendisindeki cihad aşkını ise iki oğluna devamlı aşılar. Annelik şefkati, onları savaş meydanlarına göndermeye engel teşkil etmez.
Efendimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem) ruhunun ufkuna yürümesiyle yalancı peygamberlik iddia edenler zuhur eder. Bu zorlu günlerde bu mübarek aile bir kurban daha verir. Hz. Nesibe’nin küçük oğlu Habib, yalancı peygamber Müseylemet-ül Kezzab’a, Hz. Ebubekir’in mektubunu götürdüğü sırada şehid edilir. Acılı anne, 60’ı aşan yaşına rağmen yalancı peygamberle mücade eden İslâm ordusuyla birlikte Yemâme önlerine gider. Savaşın sonlarına doğru oğlu Abdullah’ın, aralarında Vahşi’nin de bulunduğu Ensar’dan birkaç kişi ile birlikte Müseyleme’nin üzerine yürüdüklerini görünce eline bir kılıç alarak savaş meydanına atılır. Bu sırada kolu hain bir kılıç darbesiyle kopar. Ama o hiç aldırmadan mücadelesine devam eder, Müseyleme’ye bir öldürücü darbe de o vurur.
Hz. Nesibe Medine’ye tek koluyla ve ağır hasta olarak geri döner. Hz. Ebubekir, onu devlet başkanı sıfatıyla evinde ziyaret eder. Ümmü Umâre, aldığı ağır yaradan kurtulamaz ve şehid olur. Cennet-i Bakî’ye, şehidler ve sıddıkların yanına defnedilir

--------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------


Yalnız kahraman: Ebû Zerr

İslâm’ın insanlığı aydınlattığı ilk yıllarda Hz. Muhammed’in yoluna tabi olan bir avuç Müslümandan biriydi Hz. Ebû Zerr. Dini kılı kırk yararcasına yaşayışı ve dünyaya karşı tavizsiz tavrıyla hepimize örnek oldu.
Hz. Osman’ın hilâfetinin son yıllarıydı. Kûfe ile Mekke arasında, sadece hacıların uğrayıp geçtiği Rebeze adlı, yerleşimin olmadığı bir yerde yaşlı bir kadın sürekli yol gözlüyordu. Bir yanda ölen kocasının başında gözyaşı döküyor diğer yanda onu kefenleyip namazını kılacak insanların gelmesi için dua ediyordu. Kocasının ölmeden önce “Ağlama! Resûlullah, bir gün benim de bulunduğum bir mecliste, ‘İçinizden biri çölde ölür ve yanında müminlerden bir topluluk bulunur’ buyurdu.” demesiyle teselli oluyordu. Ümidi kesilmek üzereydi ki, ileride bir toz bulutu içerisinde süvariler göründü. Yaşlı kadın onlara “Burada Müslümanlardan biri var. Efendimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem) sahabîsi Ebû Zerr. Onu kefenleyiverin.” ricasında bulundu. Onlara İslâm’ı kılı kırk yaran kocasının şu ricasını da aktardı: “İçinizde emir, başkan veya kavmi yanında şerefli biri varsa, beni kefenlemesin.” Aralarında bu özellikleri taşımayan Medineli bir genç, Ebu Zerr’i kefenleyip defnetti.
İslâm’ı ilk kucaklayanlardan biriydi Ebû Zerr. O (ra), Allah Resûlü’nün en çok sevdiği ve Aşere-i Mübeşşere’nin içinde olmasa da, cennetle müjdelediği sahabîlerdendi.
Asıl adı Cündüb bin Cünâde olan Ebû Zerr, Arap yarımadasında eşkıyalıkla ün salmış Gıfar kabilesine mensuptu. İlk gençlik yıllarında yol kesip eşkıyalık yapanlar arasında yer aldı. Cesareti ve heybetiyle tanınıyordu. Ömründe hiç putlara tapmayan Ebû Zerr, Efendimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem) 
İslâm’ı tebliğe başladığını duyunca Rebeze’den Mekke’ye gitti. Niyeti, getirdiği mesajları yerinde gözlemlemekti. İslâm’a ilk adım atışını kendisinden dinleyelim: “Mescid-i Haram’a geldim. Peygamber’i tanımıyor ve kimseye sormak da istemiyordum. Zemzem suyu içip, Mescid’de kaldığım günlerin birinde yanıma bir genç geldi ve beni eve buyur etti. Yolda ne o bana bir şey sordu ne de ben ona bir şey anlattım. Ertesi gün kuşluk vakti yeniden Mescid’e geldim ve yine aynı genç yanıma uğrayıp, ‘Haydi bize gidelim.’ dedi. Yolda bana, ‘Burada işin nedir?’ diye sordu. Kendisinden maksadımı gizli tutacağına dair söz aldım ve ‘Burada peygamberlik dava eden biri çıkmış. Onunla görüşmek istiyorum.’ cevabını verdim. Genç, ‘Arkam sıra gel. Benim girdiğim yere sen de gir. Yolda sana zarar vereceğinden korktuğum birini görürsem, ben ayakkabımı düzeltir gibi yapar, bir duvara yönelir dururum. Sen durmaz, devam edersin.’ dedi. Bu şekilde beraberce Resûlullah’ın (sallallahu aleyhi ve sellem) huzuruna vardık. Bana İslâm’ı anlattı ve sonra: ‘Ya Ebâ Zerr! Bu işi gizli tut ve memleketine dön. Ne zaman sana emrim ve açıkça ortaya çıktığım haberi ulaşırsa, durma gel. Bu arada, kavmine İslâm’ı anlat.’ dedi.”
Fakat Ebû Zerr, doğrudan Rebeze’ye dönmek yerine Mescid-i Haram’a gelir ve “Eşhedü en lâ ilahe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühû ve resûlühû” diye haykırır. Sesini duyan müşrikler, Ebû Zerr’e saldırırlar. Ertesi gün inancını haykırdığında da yine aynı akıbete maruz kalır. Nihayet Rebeze’ye döner ve kavmine İslâm’ı anlatmaya başlar.
‘YALNIZ YÜRÜR, YALNIZ ÖLÜR VE YALNIZ HAŞROLUR’
Ebû Zerr, Efendimiz’in yanına ancak Medine’de Hendek Savaşı’nın ardından gelebilir. Bu tarihten itibaren O’nunla (sallallahu aleyhi ve sellem) beraber bütün seferlere iştirak eder. Bunlardan biri de Tebük Seferi’dir. Yaz sıcaklarının ortalığı kavurduğu ve hurmaların toplanıp kışlık yiyeceklerin depolandığı bir dönemde, mü’minle münafığın ayırt edildiği bu zorlu sefere katılmak için Sahabe Efendilerimiz’in hepsi büyük özen gösterir. Ancak Ebû Zerr sefere giderken devesi rahatsızlanınca İslâm ordusunun gerisinde kalır. Devesini bir kenarda bırakarak heybesini sırtına yükler ve orduya yetişir. Kan ter içinde ordusuna katılan bu büyük sahabeye Efendimiz dua eder: “Allah, Ebû Zerr’e rahmet etsin. Yalnız yürür, yalnız ölür, yalnız haşrolur.”
Hz. Ebû Zerr, İslâm’ın sosyal hayatı için önemli isimlerden biridir. Zira o dinimizin selâmını ilk veren sahabedir. O, Efendimiz’in bulunduğu bir meclise girdiği zaman “Es Selâmu Aleyk (Rahmet ve esenlik seni kuşatsın).” der. Resûl-i Ekrem de ona “Ve Aleyke’s Selâm (Allah’ın selamı senin üzerine olsun).” diye karşılık verir. Bu selâm daha sonra Müslümanlar arasında yaygınlaşır.
Ebû Zerr, Gönüller Sultanı’nın (sallalahu aleyhi ve sellem) ruhunun ufkuna yürümesinin ardından İslâm ordularında bir nefer olarak mücadele etmeye devam eder. Hz. Osman zamanında Medine ve Şam’da, kendi anlayışı çerçevesinde irşad ve tebliğ vazifesiyle meşgul olur.
Hz. Osman döneminde İslâm, Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri’nin tespitleriyle, ‘hilâfetin saltanatı’na geçmenin sancılarını yaşar. Emevi valilerinin uygulamaları, bu sancıyı daha da artırır. Sahabe Efendilerimiz’in tepkisini çeken bu dönemde eleştirilerini en açık ve gür bir şekilde seslendiren Hz. Ebû Zerr olur. Ancak o kendi görüş ve içtihadında ısrarlı olmakla birlikte, hiçbir zaman Hz. Osman’a karşı itaatsizlikte bulunmaz. Hz. Osman’ın onun hakkındaki kararlarına itaat etmekte tereddüt etmez. Bu kararlar doğrultusunda Medine’den Şam’a, Şam’dan tekrar Medine’ye ve oradan da Rebeze’ye gider.
İslâm onu öyle yoğurmuştu ki, Kur’an’ın emri ve Resûlullah’ın sünnetinden sapmamak için elinden gelenin en iyisini yaptı. Hatta son nefesini verirken bile buna özen gösterdi. Rebeze’ye doğru giderken hastalanan bu büyük sahabi, ıssız çölde son nefesini verdi. Ve orada defnedildi.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder