26 Aralık 2012 Çarşamba

21 Aralık’ta Kıyamet Kopmadı, Peki Şimdi Ne Olacak?

 

Günümüzde fazlasıyla itibar edilen bir görüştür “Sonsuza dek yaşayacakmış gibi düşünmek, yarın ölecekmiş gibi yaşamak…” Peki yarın ölecekmiş gibi yaşamayı kastederken kaçımız bunu dünya hayatını doya doya yaşamalıyım diye algılıyor? Kaçımız da bunu ahiret hayatına yatırım yapmalıyım diye algılıyor? Aslında yaşayan her canlı kaçınılmaz sonun bir gün kendisi için de geleceğinin farkında ama nedense bu düşünceyi hep kafasının arkasında bir yerlere itiyor. Aynı şekilde kendisini bu düşünceye kapadığı için de hiç beklenmedik bir gün sevdiği birini kaybettiği zaman bu duruma kendini hazırlamadığı için isyan ediyor, hayatı, dini sorgulamaya başlıyor. Ama yaşadığı tecrübeler bile sonucu değiştirmiyor, ölümü benimsemek ve kendini ahirete hazırlamak yerine bu düşünceyle arasına bir duvar örüyor ve mümkün olan en son noktaya kadar ondan kaçmaya çabalıyor.
(Enbiya 35) “Her canlı, ölümü tadacaktır.”
21 Aralık’ta ortaya bir söylenti atıldı ve Maya takvimi bu tarihte sona erdiği için kıyametin o gün kopacağına inanıldı. Ve hatta Şirince’nin ayakta kalacak tek yer olduğuna inananlar bu tarihte Şirince’nin yolunu tuttular… Ama 21 Aralık’ta kıyamet kopmadı, peki şimdi ne olacak? Ölümden son noktaya kadar kaçmaya çalışan zihniyette olup Şirinceye gidenler peki ölüm bir gün kapılarını gerçekten çaldığında ondan kaçabilecekler mi? Hayatlarını son gününe kadar doya doya yaşamak gerektiğine inananlar, kıyametin 21 Aralık’ta olmasa da bir gün elbet geleceğini ve ona hazırlanmaları gerektiğini ne zaman idrak edecekler?
Geçen gün izlediğim bir programda Doç. Dr. Caner Taslaman’ın anlattığı gibi 21 Aralık 2012’de kıyametin kopacağına dair hiçbir rasyonel sebep bulunmamaktaydı çünkü ne bilimsel veriler ne de hiçbir dinin kutsal metinlerinde böyle bir tarihe işaret vardı ve nitekim de beklenen kıyamet kopmadı. İslamiyet açısından da konuya bakıldığında Kuran-ı Kerim’de peygamberimizin bile evrenin ne zaman sona ereceğini bilmediğini öğreniyoruz:
(Araf 187) “Ne zaman gelip çatacak diye kıyamet saatini soruyorlar sana. De ki: “Ona ilişkin bilgi Rabbim katındadır. Onu, vakti geldiğinde belirginleştirecek olan yalnız O’dur. Göklere de yere de ağır gelmiştir o. O size ansızın gelecektir, başka değil.” Sen onu iyice biliyormuşsun gibi sana soruyorlar.” De ki: “O’na ilişkin bilgi Allah katındadır, fakat insanların çokları bilmiyorlar.”
Zaten kimse kendinin bile ne zaman öleceğini bilemezken, herkesin öleceği kıyamet gününün tarihini nereden bilebilir ki? Sonuç olarak burada önemli olan, ne zaman dünyanın sona ereceği ya da ne zaman öleceğimiz değildir, yarın, öbür gün ya da başka bir gün elbet insanlığın sonu gelecektir ve burada önemli olan tek şey her günümüzü bunun farkında olarak yaşamamız ve ahiretimize yatırım yapmamız gerektiğidir.
Sadece 21 Aralık’ta değil her gün kendimize şu soruyu sormalıyız: Kıyamete hazır mıyız?
 
Kaynak: www.diniyazilar.com

Neden “Sadece Kuran”?

 

Allah’a ve Peygamberine itaat
“Allah ve Peygamberine itaat”, Allah’ın Peygamberi üzerinden ilettiği sözüne itaat demektir. 9:1-3 ayetlerinde “Allah ve resulünden… ültimatomdur” ifadesi bunu doğrular. Yoksa Allah ve Resul bu ültimatomu beraberce hazırlamış veya Allah Resul’e danışmış değildir (bkz.12:40, 18:26, 21:27). Aynı şekilde 33:36 ayeti de Allah ve resulünün ortaklaşa hüküm verdikleri anlamına gelmez. 24:48, 8:20 ve 4:12-13’ü inceleyin. 72:23 ayeti “Allah ve Resulü”nün Allah ve mesajı olduğunu kanıtlar. 45:6 ayetinde “Allah’a ve onun ayetine inanmak” söz konusudur. Allah’a ve ayetine itaat ayrı şeyler değildir. 4:80 ayeti, sanıldığı gibi Resul’e ayrıca itaatten bahsetmez. 48:10’da Peygamber’e bağlılık bildirenler aslında Allah’a bağlılık bildiriyor. Peygamber’e itaat eden Allah’a, Allah’a itaat eden Peygamber’e itaat etmiş olur. Peygamber’e uyun demek; “Sizi Allah yoluna çağıran Peygamber’e uymanızı emreden Allah’a uyun” demektir.
Uyulması gereken yalnızca Allah’tır/Kuran’dır. Peygamber hayattayken ona uyulur çünkü 2:285, 7:157 ve daha bir çok ayete göre Peygamber keyfine değil, Allah’ın emirlerine uyar. İnananlar Allah’ın emirlerine göre hareket eden lidere de uyar (4:59). Bu emrin [Allah + Peygamber sünneti + Politik liderin sünneti] anlamına gelmediği açıktır. Ayrıca bkz. 20:90
Şöyle düşünün: Peygamber bize geliyor ve “Elimde tuttuğum bu kitaba uy” diyor. Kitaba bakıyoruz, “Peygamber’e uy, Peygamber de bu kitabı izliyor” diyor. Buradan kitaba ayrı, Peygamber’e ayrı uymamız gerektiğini anlamayız. Ancak gerçekte Peygamber’in elinde hazır yazılı bir kitap yoktu. Bu da [Kitap = Peygamber] anlamına gelir. Yani Peygamber “Allah’a uy” dediğinde “Peki Allah nerede?” diye sormayız (3:79).
Resul, adı üstünde ELÇİdir. Hükümdar bize elçi üzerinden emir yollarsa ve “bana ve elçime itaat edin” derse, bunu hükümdarın YANI SIRA elçiye itaat şeklinde yorumlamayız ki! Bunu anlamak bu kadar zor olmamalı.
Peygamberin helal-haram koyması
Sadece “O, çok soylu bir Resul’ün/Elçi’nin sözüdür” (69:40, 81:19) ayetleri bile Resul’ün Kuran dışında dinî emirler vermeyeceğini, telkinlerde bulunmayacağını kanıtlar. Birçok ayette ise “Allah’ın sözü” ifadesi kullanılmıştır. Bunlar farklı şeylerden söz etmez. Hadis/sünnet anlayışı ise Resul’ün Kuran’ın yanında, ona ek olarak verdiği hükümler olduğunu iddia eder. Bu iddia bu ayetlerin anlamıyla çelişir.
Sadece “Resul’e itaat Allah’a itaattir” (4:80) ayeti bile Resul’ün Kuran’ın yanında ikinci bir otorite olmadığını kanıtlar. Resul dinî otorite olması dolayısıyla itaati hak eder. Resul’ü dinî otorite yapan, olağanüstü güçleri ve yetkileri değil, vahiy alması ve aldığı vahyi insanlara iletmesidir (53:3).
Sünnetçilerin Peygamber’in Allah gibi haram-helal kılma yetkisi olduğunu savunmak için kullandıkları ayetlerden biri olan 59:7’deki “Resul size ne verdiyse onu alın; sizi neden yasakladıysa ona son verin ve Allah’tan korkun.” ifadesi zekatla ilgilidir. Yasaklama ifadesi genel olarak Allah’ın yasakladığını yasaklama anlamındadır. Peygamber’i Kuran kitabı gibi düşünün. Bugün elimizde kitap var. O gün tamamı yazılı ve yayınlanmış bir metin yoktu. Kuran’ı en iyi bilen adam olarak Peygamber’e soruluyordu. Bugün “Allah’ın ve Kuran’ın emrettiği” veya “Allah’ın ve Kuran yasakladığı” gibi ifadeler kullanmıyoruz. Allah’ın yanı sıra Kuran’ın farz kılma yetkisi var demiyoruz. [Allah + Kuran] demiyoruz. Allah bizimle Kuran üzerinden konuşuyor. Peygamber’in hemşerileriyle de Peygamber üzerinden konuşuyordu.
Peygamber haram ve helal belirleme yetkisine sahip olsaydı bu kendisini Allah’ın yanında dinin ikinci bir kaynağı yapardı. Sözgelimi faizi (riba) Kuran yasaklamıştır. Peygamber buna dayanarak finansal kiralamayı da yasaklayabilir, çünkü finansal kiralamada faiz var. Sözgelimi beyni uyuşturan şeyleri (hamr) Kuran yasaklamıştır. Peygamber buna dayanarak likörlü çikolatayı yasaklayabilir. Bunlar içtihattır, Kuran hükümlerine ek hükümler değil. Kuran hükümlerine ek hükümler koyamazdı. Bunu yaptığı anda peygamberliği ve hayatı sona ererdi (69:40-47, ayrıca 66:1, 17:73-75). Daha Peygamber hayattayken Kuran’la tatmin olmayan ve onun yanında ikinci bir kaynak isteyenlerin varlığı dikkat çekicidir. Bu ayetlerdeki ifadelerin oldukça sert ve kesin olduğuna dikkatinizi çekerim. Peygamber’in Kuran’da olmayan konularda helal ve haram kılma yetkisi olduğu savı, Kuran’ın eksik bırakılmış olduğu ve hayattaki gelişmelere göre sürekli güncellenmesi gerektiği anlamına gelir. Kuran hep günceldir (6:115). Kuran’da hakkında hüküm verilmemiş konularda Peygamber Allah’ın emrine uygun olarak etrafındakilere danışıyordu (3:159, 42:38).
Kuran’da bir çok yerde “sana şu konuyu soruyorlar… de ki…” ifadeleri var (2:219, 17:85, 33:63…). Bunlar Peygamber’e dinde hüküm koyma yetkisi verilmediğinin kanıtı. Hiç bir yerde denmiyor ki “bir söz/hadis söyle de ona uysunlar” veya “sen uygun bulduğun bir şey göster seni taklit etsinler”. Sahabe sorduğu zaman böyle bir ayet gelmişse, belli ki Peygamber’e o konuda içtihat yapma yetkisi tanınmamış, o konuda Allah’ın belirttiği bir tek doğru var demektir. Her soru üzerine böyle bir ayet geldiğini elbette söyleyemeyiz. Muhtemelen hayatı boyunca on binlerce soruya muhatap olmuştur. Ayet gelmediği zaman belli ki daha önce sorulan soruyla ilgili ayet gelmiş ve Peygamber’in bundan hüküm çıkarması/içtihat yapması (hikmet) bekleniyor. Gece kalkıp sakin kafayla uzun uzun Kuran çalışmasının amacı bu hikmeti elde etmektir. Veya soru dinle ilgili olmayabilir ve bu durumda Peygamber fikrine saygı duyulan herhangi bir insan veya politik lider olarak bildiğini söyleyecektir (2:159, 42:38).
Peygamber’e sadece Kuran vahiy edildi
Peygamber’e Kuran’ın yanında Kuran’ın bir benzeri inmemiştir. Kuran’ın BENZERİ yaratılmamıştır (52:34). Peygamber’e sadece Kuran’ın indirilmiş olması acaba bu insanlara yetmiyor mu (29:51)?
7:203 ayetinden Peygamber’e bazen uzun süre vahiy gelmediğini anlıyoruz. 5:67 ayetinde ise Peygamber’den aldığı her vahyi insanlara iletmesi isteniyor. Bu iki ayet Peygamber’in görevi süresince her yaptığının gizli vahiylere dayanmadığını kanıtlamaya yeter.
Peygamber’in Kuran dışında vahiy aldığını iddia edenlerin yanıtlaması gereken birçok soru var: Allah neden vahyin bir kısmını Kuran, bir kısmını Sünnet olarak indirmiştir? Veya insanlar neden vahyin bir kısmını Kuran adıyla yazılı olarak iletmiş, bir kısmını Sünnet adıyla sözlü olarak iletmiştir?
Sünnetin bir kısmının vahiy, bir kısmının içtihat olduğu iddiasını da değerlendirelim. Hangi sünnetin vahiy, hangisinin içtihat olduğu nasıl bilinecek? Bizzat bu ayrım sünneti tartışmalı hale getirir. Peygamber’den sonra kimseye vahiy gelmeyecektir (33:40). Bu durumda Kuran’ın her çağda uygulanması imkansız olacaktır. Bu durumda Kuran evrensel olmayacak, yalnızca 7.yy Araplarına gelmiş olacaktır. Elimizdeki mushaflar yalnızca birer hatıra değerinde olacaktır.
Kuran’da belirtilmeyen konularda Peygamber’in hüküm vermesi doğaldır. Hayatın değişen koşullarında dini olsun, medeni olsun yeni hükümler vermek, yeni kurallar koymak zorundayız. Kuran bir yasa kitabı değil. Kuran’ın yoluna uygun olduğu sürece yeni hüküm verebiliriz, vermek zorundayız. Evet Peygamber bir örnektir, ve Kuran’da olmayan konularda hüküm vererek bu zorunlu uygulamanın örneğini vermiştir. Peygamberin her türlü davranışının vahiy ürünü olması, onu insan olmaktan çıkarır, bir robota çevirir. Çünkü bu durumda akıl, vicdan, sağduyu, merhamet, yanılma kapasitesi gibi insani özelliklerden arı olur. Peygamber’in hatalarından, yanılgılarından bazıları Kuran’da yer alır (8:67, 9:43, 10:99, 33:37, 80:1-10, ayrıca 11:12). Bu ayetler Peygamber’in her davranışının ve sözünün vahiy ürünü olmadığını kanıtlar. Bu ayetler Kuran’a boşuna konmamıştır. Bunlar Peygamber’in hem yanılabileceğinin, hem de Kuran dışında hüküm (içtihat) verebildiğinin delilidir. Ancak Peygamber’in Kuran’ın henüz tamamlanmamış olması nedeniyle kendi aklı ve vicdanıyla vermek zorunda kaldığı hükümlerden ideal olmayanları, hatalı olanları, Kuran onun Peygamberliği süresinde tamamlanarak düzeltilmiştir. Ayrıca hiç hata yapmamış, hiç günah işlememiş bir peygamber ne için af dileyecektir (40:55, 47:19, 110:3)?
Hadis yanında kimi zaman başvurulan siyer (Peygamber’in ve sahabenin hayatı) kaynaklarına göre, sahabe Peygamber’in hüküm ve uygulamalarına itiraz edebilmiş, onunla tartışmış, kimi zaman fikrini değiştirmeye zorlamıştır. Bu kaynakların doğruluğu elbette tartışılır, ancak bu hikayeler, bunları hadislerle birlikte doğru kabul edenlerin kendileriyle çeliştiğini gösteriyor. Zaten Kuran Peygamber’in kişiliğine her konuda kayıtsız şartsız itaat etmeyi değil, İYİ (maruf) İŞLERDE itaat etmeyi emreder (60:12). Kayıtsız şartsız itaat edilecek olan Allah’tır, [Allah+Peygamber] değil. Peygamber’e itaat Kuran’ın koyduğu hükümlere itaat anlamındadır. 4:79-80 ayetlerini inceleyin.
Peygamber hükümleri gizli vahiylerden çıkarıyor idiyse, vahiy almayan insanların onu örnek alması ve izinden gitmesi beklentisi ne kadar gerçekçi? Kendinizi sözgelimi Ömer’in yerine koyun. Boş bulduğunuz her vakit büyük bir hevesle Kuran çalışıyorsunuz. Amacınız onu iyi öğrenip, belki ezberleyip ondan hüküm çıkarmak ve uygulamak. Bir de bakıyorsunuz, Peygamber’e bu hükümler doğrudan vahiyle geliyor! Onun yanlış hüküm çıkarma gibi bir endişesi yok. Siz istediğiniz kadar çalışın, çabalayın, Peygamber’e Kutsal Ruh’tan hazır yanıt geliyor! Sonra da halife oluyor, onun izinden gitmeye çalışıyorsunuz. Aklınızda hep şu var: “Peygamber olsaydı bu durumda ne yapardı?” El cevap: “Ne yapacağı ona söylenirdi! Kuran’ı hüküm çıkaracak kadar öğrenmesine de gerek yoktu!” Kuran, yanında gelecek gizli bir vahiy olmadan uygulanamıyorsa Peygamber olmayanların onu uygulaması beklenemez.
Kuran’dan anlıyoruz ki, bu dünyadan nefsimizi arındırıp, şeytanın tuzaklarından -gerekirse o tuzaklara düşerek, günahı, başarısızlığı tecrübe ederek- kurtulup, doğruyu yanlışı ayırt etmeyi öğrenerek gitmemiz gerekiyor. Şayet Peygamber’e hata yapmamasını sağlayacak vahiyler geliyor idiyse, hataya, günaha düşmeden, kötüyü tecrübe edip onu tadarak ondan uzak durmayı öğrenmediyse bu sınavı nasıl başarıyla geçmiş olabilir? Bazıları iyice kendini kaybederek onun peygamberliği süresince şeytandan korunduğunu iddia ediyor. Şeytandan özel olarak korunan kişi iyiyi kötüyü nasıl tanır da ayırt eder, nefsini nasıl arındırır bunu izah edebilir misiniz?
Peygamber olağanüstü güçleri olan birisi olsaydı, onun da bizim gibi bir insan olduğunu Kuran’ın hatırlatmasının ne anlamı olurdu? (18:110, 41:6) Dikkat edin, her iki ayete de bu hatırlatıldıktan hemen sonra ortak koşmaktan söz ediliyor. Kuran’da kelimeler rastgele seçilmemiştir. Cümlelerin yeri rastgele değildir! Ayrıca bkz. 17:93
Peygamberin sünneti vahiy kaynaklı değil ise içtihattır. Başka bir seçenek mi var? Peygamber’e vahiy gelmediği kabul ediliyor ise onun sünnetinin izlenmesinin mecbur olduğu savı zaten çöküyor, çünkü bu durumda “Peygamber kimin sünnetini izliyordu?” sorusuna yanıt bulmak imkansız.
Peygamber sadece Kuran’la uyarır
Resul’e düşen TEBLİĞDEN BAŞKASI değildir (5:99, 13:40, 16:35, 42:48). Tebliğ etmezse görevini yapmamış olur (5:67). Dikkat edin, “…görevini yapmamış olursun” uyarısı başka hiç bir ayette geçmez. Kuran’da hiç bir kelime rastgele seçilmiş değildir. Resul’ün görevi Kuran’dan başkasının tebliği değildir (69:40-47). Kılavuzluk (hidayet) ise Allah’a aittir (16:9, 92:12). Resul, elçilik görevini sadece kendisine verilen vahiy ile yerine getirmiştir (2:170, 6:50, 6:106, 7:3, 7:203, 10:15, 10:109, 33:2, 46:9), dolayısıyla hadisleri reddedip Müslümanlar olmakta yanlış bir şey yoktur (2:23).
Varsayalım 7.yy Mekke’sindeyiz. Bir adamın Allah’ın elçisi olma iddiasıyla ortalıkta dolaştığı haberi geliyor. Allah size lütfetti, anında yalanlamak yanılgısına düşmediniz. İşin aslını merak ettiniz. Kendiniz adamı görüp karar vermek istediniz. Vardınız yanına. “Sizin için böyle böyle diyorlar. Anlatın bakalım” dediniz. Muhammet bin Abdullah’ın size diyeceğini sanıyorsunuz? Elbette ki size kendi fikirlerini değil, ayetleri okuyacaktır (6:51, 50:45, ayrıca 43:5). Bunun üzerine bir karar vereceksiniz. Ya bu adamın doğru söylediğine, elçi olduğuna, okuduğunun Allah sözü olduğuna inanacaksınız, ya da bu adam hakkında size arkadaşlarınızın aktardığı her ne ise ona inanacaksınız. Öyle ya, sizin halihazırda bir dininiz var. Bu dinin ileri gelenlerine, bu dinin öğretilerine, söylencelerine inanmaya devam edeceksiniz. Bildiğiniz tanrıya/tanrılara kulluk etmeye devam edeceksiniz. Şimdi 21.yy Türkiye’sindeyiz. Ona hala deli/kurnaz/politikacı/sahtekar diyenler var. Allah size lütfetti ve anında yalanlamak hatasına düşmediniz. İşin aslını merak ettiniz. Peygamberi kendiniz dinlemek istediniz. Ne yapacaksınız? Hadis kitabı mı okuyacaksınız? Peygamber iddiasında bulunan insan artık hayatta değil ama Allah’tan getirdiğini iddia ettiği mesajı hala hayatta. Peygamber artık her dili konuşuyor. Onu dinlemek için dilini biliyor olmanız da gerekmiyor. Onu dinlemek üzere Kuran’ı elinize aldınız. Size ne anlatıyor? Kendi fikirlerini mi? Allah’ın sözlerini mi? Bunun üzerine bir karar vereceksiniz. Ya bu adamın doğru söylediğine, elçi olduğuna, okuduğunuzun Allah sözü olduğuna inanacaksınız, ya da bu adam hakkında size arkadaşlarınızın aktardığı her ne ise ona inanacaksınız. Öyle ya, sizin halihazırda bir dininiz (her ne ise) var. Bu dinin ileri gelenlerine, bu dinin öğretilerine, söylencelerine inanmaya devam edeceksiniz. Bildiğiniz tanrıya/tanrılara kulluk etmeye devam edeceksiniz. İki örnek arasındaki paralelliği gördünüz mü? 7.yy Mekke’sinde önünde secdeye kapanılan heykeller filan yoktu. Mekke’nin İbrahim’in yolundan gittiğini düşünen, yoldan çıkmış insanlarının elinde Allah’ın mesajı var mıydı? Varsayın ki vardı ama okumuyorlardı. Onun yerine dinin ileri gelenlerini dinliyorlardı. “din bilginleri bize yeter” diyorlardı. Şimdi elimizde Allah’ın mesajı var. Fark etti mi? Okumuyoruz. Akıl verenimiz çok. Dinin ileri gelenleri, anamız, babamız, atamız bize yetiyor. Öyle mi?
Allah bize yeter (4:45, 3:173, 8:64, 9:129, 33:3, 39:38, 65:3…). Peki Allah bize nasıl yetecek? Allah bize nasıl yol gösteriyor? Vahiy alanımız var mı? Yok. Allah bizimle Peygamber aracılığıyla, Kuran’da konuşuyor. Ancak onu dinlersek bize yol gösteriyor.
 
Kaynak: www.diniyazilar.com

Bir ömr'ün Özeti

İmla hatasıydı yüreğimin Sen'i yazışı ........

Bir anlık gaflet say sen, bense cebrail'in sözü gibi kutsal saydım Bi/zi...
Hira da inzivaya çekilmiş Aşk gibi
Uzlet'im Yar ile Mubarektir ayet hükmünde ...
... ... Yürekgah'ım La die inleyişi dilimin LaL sebebidir
Sen üstüne alınma Ladini Yüreğine bir besmele çektir yeter..!

Şerrinden doğan hayr'a muhtac bir acizim alemin dipsiz kuyusunda ...
Cebren hüküm giydirilirken Sukut-u çığlık Ömr'üme
Sen'i ömr bilişiminden ceza-i mahkum bir cesedim ben

Can Yangınım'dan düşen korlar onlar ... Ben değil içim ağlıyor İnaN ..
Sanırım kırılmışlığım battı Yüreğime deşildikce kan/ağlıyor ...

AFF ..! Koptu kıyamet yürekgah'ımda g/ittiğin gecenin sabahında
Düştüm binparça halinde mahşerin tam ortasına ...
Hesap çetin derler'di Peygamberler'in aklı dururmuş ya hesap anında ...
Benden tek kelam döküldü O g/itti düştüm yangına...

Haram Aşk'tın ya Yüreğimde durmuşsun ...
Sol Yanıma hak die sürüldüm cehennemin en dibine ...
İşgalin son bulursa yüreğimde tecelli edecek ayet ruhumda ...

Rabbinizden ümit kesmeyiniz ...
Ümidimi kesmeden zulum altında ki Yüreğimde Sabr eyliyorum ...


( Can Yangını Can daha nasıl anlatılır anlasana Yar ..! )

B/öldün ya Sen, öldüm ya Ben ...
Helaldir artık g/öz Y/aş'larım ...

20 Aralık 2012 Perşembe

En kıymetli ve En kötü iki şey

Hikmet ehli zatlar buyuruyor ki:
En kıymetli iki şey vardır. Bu iki şeyden daha kıymetlisi yoktur. Bunlardan birincisi Allahü teâlâya iman, diğeri de Onun kullarına faydalı olmaktır, insanları sevindirmektir. En kötü, yani ondan daha aşağısı olmayan iki şey vardır: Birincisi, Allahü teâlâya şirk koşmak, diğeri de Onun kullarının kalbini kırmaktır. Kâbe’yi yıkmak ne kadar kötü bir şeydir. Bir müminin kalbini kırmak ise, yetmiş kere Kâbe’yi yıkmak gibi günahtır. Kalb kırmanın ne kadar kötü olduğunu, buradan anlamalıdır. Mümin müminin kardeşidir. Kim bir mümin kardeşine yardım ederse, Cenab-ı Hak da ona yardım eder. Kim bir mümin kardeşinin ayıbını örterse, Cenab-ı Hak da ahirette onun ayıbını örter. Kim bir mümin kardeşini sevindirirse Allahü teâlâ da ahirette onu sevindirir. Kim bir müminin hacetini giderirse, Allahü teâlâ da onun ihtiyacını giderir.
Büyüklerin yolunun esası vefalı olmaktır. Herkesin iyi tarafını görüp, sevmektir. Birbirimizi sevmemiz, nefsimizi sevmememize bağlıdır. Nefsini seven, arkadaşın büyükleri ve Allahü teâlâyı sevemez. Çünkü bir kalbde iki sevgi bulunmaz.
Müslümanın gözünün nuru, gönlünün süruru namazdır. Dertlerine şifa, sıkıntılarına ferahlık namazdır. Hayatın gayesi, namazdır. Allahü teâlânın huzuruna çıkma vakti [randevu] namazdır. Namaz kılmayan, bu randevuyu bırakıp, kimlerin randevusuna gidiyor! Elhamdülillah, Allahü teâlâya hamd olsun demektir. Namaz kılan günde 40 defa hamd ediyor, zira namazda Fatiha’yı okuyor. Allahü teâlâ namaz kılanı, onca kusuruna, günahına rağmen huzuruna kabul ediyor. Artık o, huzura kabul edilenlerden oluyor. Çok kimseler var ki, onları huzuruna kabul etmiyor. Namaz kılan, ayrıca bunun için çok şükretmelidir. Namaz kılmayan da, bunun için çok düşünmelidir.
Sahabe-i kiramdan bir zat, Resulullah efendimize gelerek, (Kazancım bol olmasına rağmen geçim sıkıntısı çekiyorum) diye arz eder. Peygamber efendimiz, (Evinizde namaz kılmayan var mı?) diye sorar. O zat, (Hayır, evde hepimiz namazımızı kılıyoruz. Namaz kılmayan yok) cevabını alınca, Peygamber efendimiz, (Komşularınızda hatta mahallenizde namaz kılmayan var mı?) diye sorar. O zat, (Komşularımızda ve mahallemizde namaz kılmayan yok) der. Peygamber efendimiz, (Bir araştırın, mahallenizden namaz kılmayan birisi geçmiş mi?) buyurunca o kimse, (Araştırdık, mahallemizden namaz kılmayan hiç kimse geçmemiş) der. Peygamber efendimiz, (Bu bereketsizlik namaz kılmamaktandır) buyurunca o zat tekrar araştırır ve (Ya Resulallah, namaz kılmayan birinin cenazesi geçerken, tabutu bizim evin duvarını çizmiş) der, bunun üzerine Peygamber efendimiz, (İşte evinizdeki bereketsizlik bundandır. O duvarı hemen yıkın, yeniden yapın!) buyurur.

Kıssa


Bir gece Medine sokaklarında Halife Hazreti Ömer ve Abdurrahman bin Avf hazretleri gezerken bir evin içinden karışık seslerin geldiğini duyarlar. Biraz yaklaşınca sorar Halife:
– Ey Abdurrahman, bu evin kime ait olduğunu biliyor musun?
Abdurrahman bin Avf, “Bilmiyorum” der. Şöyle açıklama yapar.
– Burası Rebi’a bin Ümeyye’nin evidir. İçindekiler de sarhoşlar, içmişler bağırıp çağırışıyorlar. Ne dersin, bunlara ne türlü bir ceza uygulayalım? Gecenin bu saatinde bu haldeler…
Abdurrahman bin Avf der ki:
– Bana kalırsa ceza uygulanacaklar onlar değil, biziz!
İrkilir Halife.
– Neden? diye sorar. Şöyle izah eder büyük sahabe:
– Allahü Azimüşşan ‘İnsanların gizli ayıplarını araştırmayınız’ buyuruyor. Biz ise gecenin bu saatinde evinin içindeki ayıplarını araştırıp meydana çıkarmakla meşgulüz. Aslında cezalık işi biz yapıyoruz demektir!
Bunun üzerine düşünmeye başlayan Halife, elini Abdurrahman bin Avf’in eline uzatarak der ki:
– Tut şu elimden de bir an evvel buradan uzaklaşalım; yoksa biz onlara değil, onlar biz ceza isteyebilirler.
Oradan hızla uzaklaşırken de söylenmekten kendini alamaz Halife!
– Allah insanları doğru düşünen dostlardan mahrum etmesin. Kimseyi de kendi kanaatinde ısrarcı eylemesin. Kendi kanaatini dostlarına kontrol ettirmek, daha doğrsunu duyunca da hemen kabul etmek ne güzeldir!

KOCA BİR ORDUYU DOYURAN İKİ AVUÇ HURMA

Ashâb-ı kiramdan, Beşir bin Sa’d'ın kızı ve Nûman bin Beşir’in kız kardeşi (r. anhüm) anlatıyor:
‘Annem Amre bint-i Revâha (r.a.), beni çağırdı. Eteğime iki avuç hurma koyduktan sonra,
‘ Kızcağızım! Git de, baban ile dayın Abdullah bin Revâha’nın gıdâlarını kendilerine ver, dedi.
Giderken, Resûlüllah (s.a.v.)’a rastladım. Babamla dayımın nerede olduklarını sordum. O bana,
‘ Kızcağızım, beri gel, yanındaki nedir? diye sordu.
‘ Yâ Resûlellah, dedim, bu hurmadır. Annem bunu, yesinler diye, babam Beşir bin Sa’d ile dayım Abdullah bin Revâha’ya gönderdi.
Resûlüllah sallallâhü aleyhi vesellem,
‘ Getir onu, buyurdu.
Ben de onu, Resûlüllah’ın iki avucuna döktüm. Avuçlarını doldurmadı. Sonra, bir örtü getirilmesini emr etti. Örtü getirilip serildi. Hurmayı ona koyduktan sonra, örtünün üzerine yayıp dağıttı. Yanındakilere;
” Gıdâya, kumanyaya geliniz!’ diyerek hendek halkına sesleniniz, buyurdu.
Hendek halkı toplanıp ondan yemeğe koyuldular. Hurmalar yendikçe artmış, örtünün etrafından dökülüp taşmıştı

EDEB YA HU!

EDEB YÂ HÛ!
Güzel ahlak, saygı, terbiye, hayâ, nezaket ya da daha geniş tarifiyle ruhun dine riayet eder yönde olması anlamlarına gelen Edeb, İslam’ın ve İslam Peygamberinin gönderilme gayesini teşkil eder. Resulullah (SAV) bir hadisinde “Ben ancak güzel ahlakı tamamlamak için gönderildim” buyurmaktadır.
Bir hadislerinde “Beni Rabbim edeblendirdi, ne güzel terbiye etti” buyuran Peygamber Efendimiz (SAV), müeddibinin Allah (CC) olması sebebiyle edebin zirve noktasındadır. Bu durum Yüce Allah (CC) tarafından Kur’an-ı Kerim’de de “Andolsun, Allah’ın Resûlünde sizin için; Allah’a ve ahiret gününe kavuşmayı uman, Allah’ı çok zikreden kimseler için güzel bir örnek vardır. (Ahzab–21)” şeklinde ifade edilmektedir. Hz. Aişe (RA) validemize “Resulullah (SAV)’in ahlakı nasıldı” diye sorulduğunda “Siz Kur’an okumuyor musunuz, O’nun ahlakı Kur’an’dı” buyurmuşlardır.
Yüce İslam’ın ilk emri ilim öğrenmek olmasına rağmen, gönderilmesindeki gayenin “Ahlakı tamamlamak” olması, edebi ilimden önce gerekli kılar. Bu husus Yunus Emre’nin,
“İlim meclislerinde aradım, kıldım talep,
İlim geride kaldı, illa edeb, illa edeb.”
dizelerinden açıkça anlaşılmaktadır. Yani edeb, ilimden de önce, manevi olgunluğun ilk şartını oluşturmaktadır. Yirmi sene boyunca İmam Malik Hazretleri’nin yanında bulunan Abdurrahman bin Kasım’ın, “Bu sürenin 18 senesini edeb, iki senesini de ilim öğrenmekle geçirdim; keşke hepsini Edeb öğrenmekle geçirseydim” sözleri çok düşündürücüdür. Anonim bir beyitte ise,
“Edeb; ehl-i ilimden hâli olmaz,
Edebsiz ilim okuyan, âlim olmaz.”
buyrulmakla, ilim inşası için edeb zeminine ihtiyaç bulunduğu anlaşılır.
Hadis-i Şerif’te “Hiç bir baba çocuğuna güzel terbiyeden daha üstün bir hediye vermiş olamaz” buyrulması ve yine başka bir hadiste “Utanmadıktan sonra dilediğini yap” buyruluyor olması maddi-manevi tüm değerler içerisinde en değerli olan ve her şeyden önce gelenin, ahlak yani edeb olduğunu gösterir.
Edeb adeta ruhun örtüsü gibidir. Bir anonim beyitte,
“Edebtir kişinin daim libası,
Edebsiz insan üryana benzer”
buyrulurken bir başka beyitte ise,
“Edeb bir tâc imiş nûr-î Hûda’ dan,
Giy ol tâcı, emin ol her belâdan”
denilmekle edebin manevi koruyuculuk yönüne işaret edilmektedir.
Edebin temel kaynağı olan Allah (CC) kelâmı Kur’an-ı Kerim, beyan ettiği esasların yanı sıra, “Düşünmez misiniz, akletmez misiniz, anlamaz mısınız?” gibi ifadelerle de onu okuyanı tefekkür âlemine sevk etmektedir. Çünkü tefekkür âlemi, edebin inceliklerini kazandırmasının yanı sıra, insanın diğer canlılardan üstün olan düşünebilme melekesini de ortaya koyar. Hadis-i Şerif’te, manevi âlemle ilgili bir saat düşünmenin 70 yıl nafile ibadetten hayırlı olduğunun bildiriliyor olması, düşünmenin ne kadar kıymetli olduğunu gösterir. Düşünmenin kıymetli olması, düşünenin de kıymetli olmasını sağlar. Bu itibarla tefekkür âleminde önemli derecelere ulaşmış olan Hz. Mevlâna gibi mânevi fikir adamlarına da “Düşünür” ünvanı verilmiş ve bu değerli şahsiyetler toplumların manevi önderleri olarak kabul ve değer görmüşlerdir.
Bilhassa geçmişteki insanlar, ince düşünceleri sonucunda çok edebli söz ve davranışlar ortaya koyabilmişlerdir. Küfürlü ifadeler yerine dua ya da teselli içeren ifadeler kullanmak, kapıdan çıkarken arkasını dönmeyip geri geri çıkmak, gezerken yere yumuşak basıp ses çıkarmamaya çalışmak, söz kesmemek, sofrada önünden yemek, fısıltıyla ya da gizli konuşmalar yapmamak, büyük gelince ayağa kalkmak, misafire büyük hürmet göstermek, yiyeceğin kalitelisini ikram edip geri kalanla yetinmek, kimsenin karşısında yüz asmamak, kaba konuşmamak, yaradılanı yaradandan ötürü hoş görmek, kimseyi küçümsememek, kalp kırmamak, kapıdan yolcu edilen uzaklaşmadan kapıyı kapatmamak, kapı ve pencereleri çarpmadan yavaş ve saygılı bir şekilde kapatmak, çıkarılan elbise ve ayakkabıları düzenli bırakmak, konuşulan şahsın yüzüne bakmak, şahsî üzüntü ve sıkıntıları başkalarına yansıtmamak, başkalarının sahip olamadığı iyi durum ve nesnelerden onların yanında bahsetmemek, bir camia içerisinde daha huzurlu mekânları diğer kişilere tahsis etmek, hayvanlara şefkat ve merhamet ile davranmak, her türlü nesne ve gereçlere nazik davranmak, bitki ve çiçeklere canlılarmış gibi sevgi ve özenle davranmak, insanları üzecek şakalardan kaçınmak, yan yana geçilemeyecek yerlerde geçiş önceliğini yanındakine bırakmak, şahsen sahip olunan her türlü iyi imkân ve şartları en az bu ölçüde olmak üzere misafirlere de sağlamak gibi davranışlar bunlardan yalnızca bazılarıdır.
Ancak tüm bu ve benzeri edebli davranışlardan da önde ve üstte olan bir düşünce ve davranış vardır ki bu davranış edebin zirvesini teşkil eder. İşte bu düşünce ve davranış, Yüceler Yücesi, Sultanlar Sultanı, kâinatın tek sahibi ve hâkimi, ezelden ebede bâki kalacak tek varlık, hiçbir şeye benzemeyen ve muhtaç olmayan, her şeyi görüp duyan ve bilen, her şeye gücü yeten ve her an bir şeyler yaratmaya devam eden Yüce Allah’ın, her ama her an huzurunda bulunulmakta olduğunun bilincinde olarak tüm söz, düşünce ve davranışları buna göre gerçekleştirmektir. Diğer bir deyişle Yüce Allah (CC)’ı görürcesine ve mümkün olduğunca O’na layık hareket etmek, O’nun görmekte ve izlemekte olduğunu hiçbir zaman unutmamaktır. Edebin bu zirve noktası, “Allah(CC)’ın huzurunda edeb gerekir” anlamında “Edeb Yâ Hû” tabiriyle günümüze kadar ifade edile gelmiştir. Allah (CC)’ın mevcut durumu görmekte olduğu hatırlatılarak insanların edebe yönelmesini sağlamak maksadıyla “Edeb Yâ Hû” ifadesi çoğu yerde yazılı olarak da bulundurulmaktadır.
Büyük düşünür Hz. Mevlana, “Güzellik Mevlâ’nın lûtfudur, nurunun yansımasıdır; edeb ise kişinin gönül aynasıdır” der. Bu tarif gösterir ki, bir kişinin edebinin seviyesi, Yüce Allah (CC)’ın o kişi üzerindeki tecelliyatının derecesini gösterir. Resûlullah (SAV)’den sonra Evliyaullah’da görülen yüksek tecelliyat dereceleri, bu velilerden bir kısmını, Hallac-ı Mansur’da olduğu gibi “En-el Hakk (Ben Allah’ım)” diyebilecek derecede manevi sarhoşluğa sürükleyebilmiştir.
Gönül aynalarımızın daima parlak olması ve Yüce Kur’an’ın doğrultusunda, Resûlullah (SAV)’in edebiyle edeblenebilmemiz temennilerimle…

GÖRMEDİM

GÖRMEDİM
Kimler geldi, kimler geçti dünyadan,
Gözü arkada kalmayanı görmedim.
Dile kolay, kırk yıl geçti aradan,
Can evinden şükredeni görmedim.
Gece demez, gündüz demez çalışır.
Gün gelir, çoluk çocuğa karışır.
Mal yığmada birbiriyle yarışır.
Mezarına götüreni görmedim.
Keyif çatıp, sefa sürmek tüm çaba,
Vuslat Günü hiç katılmaz hesaba.
Fakir kimdir, zekât nedir acaba?
Cevap verip yaşayanı görmedim.
Hak vermese sürüm sürüm sürünür.
Verince de kibirlere bürünür.
Ele karşı mütevazı görünür
Hırs küpüne düşmeyeni görmedim.
O tarafta para, para etmezmiş.
Bütün dünya senin olsa yetmezmiş.
Mal hesabı vere vere bitmezmiş.
Torpil yapıp gitmeyeni görmedim.
Gelin dostlar, gönüllere girelim
Hakk’tan alıp yine Hakk’a verelim
Yunus gibi kendimizi bilelim
Pul yerine gül dereni görmedim

19 Aralık 2012 Çarşamba

Allah Sabredenlerle Beraberdir

 

Bu hayatta kimi insan kimi insana sahip olduğu şeyler bakımından daha üstün kılınmıştır. Hiçbir insanın derdi bir başkasınınkine benzemez. Kimisinin derdi bir başkasına göre daha büyük, kimisinin mal varlığı bir başkasına göre daha geniş, kimisinin hayat koşulları bir başkasına göre çok daha zordur. Ama yaşayan bütün insanların ortak sınavlarından biri bu hayatta göstermeleri gereken sabırdır.
Birçok yönden çok sabırsız ve zayıf yaratılmış olan insanoğlu bu sınavı verirken de elbette ki zorlanır. Yapımız gereği her şeyi acele istememizin sonucu olarak başımıza gelecek olan güzelliklerin bir an önce gelmesini istediğimiz gibi dertlerin de bir anda yok oluvermesini isteriz. Oysa ki müminin sınavı işte tam da buradadır. Allah’a inanan ve güvenen bir mümin sabretmesini de bilmelidir ve başına gelen iyilikler sırasında da kötülükler sırasında da tevekkülü asla elden bırakmamalıdır.
(Bakara 153) “Ey iman sahipleri! Sabra ve namaza sarılarak yardım dileyin. Hiç kuşkunuz olmasın ki Allah, sabredenlerle beraberdir.”
(Bakara 155) “Yemin olsun ki, sizi korku, açlık; mallardan-canlardan-meyvelerden eksiltme türünden bir şeyle mutlaka imtihan edeceğiz. Sabredenlere müjdele.”
(Ali İmran 186) “Yemin olsun ki, mallarınızda da canlarınızda da imtihan edileceksiniz. Ve yemin olsun ki, sizden önce kendilerine kitap verilenlerden de şirke batanlardan da incitici çok şey dinleyeceksiniz. Sabreder, sakınıp korunursanız işte bu, iş ve oluşların en zorlularındandır.”
(Hac 11) “İnsanlardan bazısı da Allah’a kıyıdan kıyıya ibadet eder. Kendisine bir hayır isabet ettiğinde, onunla tatmin bulup yatışır; kendisine bir fitne, bir deneme gelip çattığında yüzüstü geri dönüverir. Dünyada da kayba uğramıştır böylesi, ahirette de. Apaçık hüsranın ta kendisi işte budur.”
Şüphesiz bu hayattaki en önemli sabır Allah yolundan sapan ve inkar edenlere karşı gösterilmesi gereken sabırdır. İslamın ilk geldiği zamanlarda inkarcılara ve onların eziyetlerine karşı verilen sabırla günümüzdeki mümin insanların Allah’ı inkar edenlere karşı verdiği sabrı kıyasladığımızda iki durumun aynı kefeye konması söz konusu bile olamaz. Sırf bu durum bile günümüzdeki insanların birçoğunun geçici dünya hayatına ne kadar da kendini kaptırdığını gözler önüne serer. Öyle ki bırakın Allah yolunda ölümü göze alarak inkarcılarla savaşa girmeyi, günümüz insanı Allah yolundan uzaklaşmak ve isyan etmek için başına gelen en ufacık bir derdi bile fırsat bilir.
Bu hayat bir imtihan dünyasıdır ve önemli olan başa gelen derdin büyüklüğü değildir çünkü Allah hiçbir benliğe güç yetiremeyeceği bir dert vermez. Ancak burada önemli olan en çaresiz hissedilen anlarda bile Allah’a olan inancın gücüyle sabretmesini bilmektir. Uzanacak tek bir yardım eli bile olmasa, doyumsuzluktan törpülenmiş bir nefis Allah’a dayanıp güvenir ve kurtuluşun gene Allah yolunda geleceğini bilir çünkü Allah ne güzel bir dost ne güzel bir yardımcıdır..
(Ali İmran 200) “Ey iman sahipleri! Sabredin, sabır yarışı yapın, nöbet tutarak savaşa hazırlıklı bulunun ve Allah’tan sakının ki, kurtuluşa erebilesiniz.”
(Enfal 40)Eğer yüz çevirirlerse bilin ki Allah sizin dostunuzdur. O ne güzel dosttur, O ne güzel yardımcıdır!”
(Ali İmran 17) “Kullar ki sabredenlerdir, özü sözü doğru olanlardır, ilahi huzurda duranlardır, nimet ve imkanlardan başkalarını yararlandıranlardır; seherlerde, bağışlanmak için yakaranlardır.”
(Hud 11) “Ancak sabredip salih amel işleyenler böyle değildir. İşte onlar için bağışlanma ve büyük bir mükâfat vardır.”
(Hud 115) “Sabret! Allah, güzel düşünüp güzel davrananların ödülünü yitirmez.”
(Ra’d 22) “Onlar, Rablerinin yüzünü arzulayarak sabrederler, namazı yerine getirirler, kendilerine verdiğimiz rızıklardan gizli ve açık dağıtırlar ve kötülüğü güzellikle savarlar. İşte bunlar içindir sürekli yurt.”
(Ra’d 24) “Selam size, sabrettiğiniz için! Ne güzeldir şu sonsuzluk yurdu!” derler.
(Nahl 96) “Sizin yanınızdaki tükenir ama Allah’ın yanındaki sonsuza dek kalıcıdır. Sabredenlere ödüllerini biz, işleyip ürettiklerinin en güzeliyle mutlaka vereceğiz.”
(Furkan 75) “İşte bunlar, sabretmiş olmalarına karşılık yüksek konaklarla ödüllendirilirler. Ve o konaklarda sağlık dileğiyle ve selamlar karşılanırlar.”
(Kasas 80) “Kendilerine ilim verilmiş olanlar şöyle demişti: “Yazıklar olsun size! İman edip hayra ve barışa yönelik iş yapan kişi için Allah’ın vereceği karşılık daha üstündür. Ama buna sadece sabredenler ulaştırılır.”
(Mearic 5) “Artık güzel bir sabırla sabret!”
 
Kaynak: www.diniyazilar.com

İslama Göre Bir Kadın ile Bir Erkek Konuşabilir mi?

 

Geçen gün okuduğum bir ayet bana iki açıdan çok önemli geldi. Konuları birbirine karıştırmamak adına bunları iki ayrı yazıda ele almaya karar verdim. Değinmek istediğim ilk nokta kadın erkek ilişkileri üzerine.
Önce ayeti okuyalım, sonra da ilgimi çeken kısmı ile ilgili sizinle fikirlerimi paylaşayım.
Allah, kocası hakkında seninle tartışan ve Allah’a şikâyette bulunan kadının sözünü işitmiştir. Allah, ikinizin karşılıklı konuşmasını işitir. Çünkü Allah en iyi işiten, en iyi görendir.
(58 Mücadele Suresi –1)
Allah bu ayette eşi ile ilgili Peygamberimiz ile tartışan bir kadından söz ediyor. İşin detayını bu ayetten anlayamıyoruz ancak kadının kocasından şikayetçi olduğu ve onu hem Peygamberimize hem de Allah’a şikayet ettiği sanırım yeterince açık.
Benim dikkatimi çeken ve üzerinde durmak istediğim nokta ise bir kadının bu konuda Peygamberimiz ile konuşuyor olması. Ha şimdi siz ne var ki bunda diyeceksiniz belki ama benim sizden ricam geleneksel İslam anlayışı ile bu duruma bir kez daha bakmanız. Kadın ile erkeği birbiri ile görüştürmeyen, birbiri ile konuşturmayan bir anlayıştan bahsediyorum burada. Haremlik-selamlık gibi fikirlerin kabul gördüğü, evine yemek yemeye gittiğiniz kadının bile yüzünü görmediğiniz, yüzüne bakıp bir teşekkür edemediğiniz bir anlayıştan. Sizce bu ayette anlatılan, böyle bir anlayışla bağdaşır mı?
Bu kadın, Peygamberimiz ile konuşmakla da kalmıyor ve Peygamberimizle kocası hakkında tartışıyor. Yani ailevi bir meselesini gidip başka bir erkeğe anlatıyor hatta bu konuda o erkekle tartışmaya giriyor.
Şimdi kadını sosyal hayattan, erkeklerle konuşmaktan, evde yaşananları dışarıda anlatmaktan men eden anlayış cevap versin bakalım, Peygamber bu konuda hata mı yapmıştır? Kuran’da Peygamber ya da bahsi geçen kadın bu yaptıklarından dolayı kınanmadıklarına göre (ki Peygamberimiz Kuran’ın başka bir yerinde yaptığı bir hatadan dolayı açıkça kınanmaktadır. Bakınız: 80 Abese Suresi’nin ilk 10 ayeti) burada bir hatadan bahsedemeyiz. O zaman acaba sizin inandığınız, gerçek saydığınız hadislerde, ilmihallerde bir hata olabilir mi? Yoksa mezhep imamları ya da Peygamberimiz Allah’a karşı gelip, Allah’ın kuralları ile çelişen dini kurallar mı uydurmuşlar? Hadisleri korumak için Peygamberimiz’in Allah’a karşı geldiğini mi iddia edeceksiniz? Karar sizin..
 

Faizden Uzak Durmak!

 

Geçen akşam aslında nerdeyse her akşam seyrettiğim, son günlerde sık sık izlediğimiz bir reklam filmi gözüme çarptı. Eminim bir çok kişi hangi reklamdan bahsettimi anlayacaktır.
İki kişi tramplenin üstünde duruyor. Aşağıda içi altınlarla dolu bir havuzda insanlar mutluluktan ellerini çırparak yukarı bakıyorlar. Hepsi çok mutlu çünkü içi altınlarla dolu havuzda yüzüyorlar ve o kazanç onların.
Tramplenin üstündekilerden biri diğerine “Millet faiz içinde yüzüyor” diyor içi giderek. Öbürünün de gözlerinde aynı haseti görüyorsunuz. İnsana o kadar cazip geliyor ki. Düşünün, toplu bir paranız var. Bu para ile geçinmenin en risksiz ve baş ağrıtmayan şekli bu parayı bir bankaya koymak ve her ay paşalar gibi faizini yemek. Ne kadar güzel ve rahat değil mi?
İçinde yaşadığımız sistem faizi her ne kadar cazip göstermeye çalışsa da bu sistem Allah tarafından kesinlikle yasaklanmış bir sistemdir.
O ribayı yiyenler, şeytanın bir dokunuşla çarptığı kişinin kalkışından başka türlü kalkamazlar. Bu böyledir, çünkü onlar, “Alış-veriş de riba gibidir.” demişlerdir. Oysa ki Allah, alış-verişi helal, ribayı haram kılmıştır. Kendisine Rabb’inden bir öğüt gelip de yaptığından vazgeçenin geçmişi kendisine, işi Allah’a kalmıştır. Yeniden ribaya dönene gelince, böyleleri ateşin dostlarıdır. Sürekli kalacaklardır orada. Allah, ribadan beklenen artışı mahveder, sadakalar karşılığında artışlar getirir. Allah, nankörlüğe batmış günahkârların hiç birini sevmez. Bakara Suresi 275-276
Allah’ın hiç bir yoruma gerek kalmadan yasakladığı faiz günümüz sistemine o kadar işlemiş ki “faiz almak istemiyorum” dediğinizde insanlar kulaklarına inanamıyor. Oysa söylediğiniz, Kuran’ın sistemini savunmaktan başka bir şey değil. Allah’ın yasaklarından uzak kalmaya çalışınca insanların garibine gidiyor. Aslında tam tersi olmalı değil mi? Ama içinde yaşadığımız sistem faizi ve diğer yasakları o kadar cazip ve vaz geçilmez olarak sunuyor ki, bir çoğumuzun aklına başka bir sistemin var olabileceği bile gelmiyor. Bunu aşmanın da tek yolu her müslümanın bol bol Kuran okuyup, Allah’ın biz kullarından istediği yaşam şeklini öğrenip uygulamaya çalışmaktır. “Bunu nasıl yapacağız, vaktimiz yok” diyenlere de cevabım;” Hangi bankanın daha çok faiz verdiğini araştırmaya vaktin var da buna mı yok? “ demekten başka bir şey değil.
Ey iman sahipleri, Allah’tan korkun. Ve eğer inanıyorsanız ribadan geri kalanı bırakın. Eğer bunu yapmazsanız, Allah ve resulünden bir harp ilanını duymuş olun. Tövbe ederseniz, mallarınızın esasları/ana paralarınız sizindir; ne zulmeden olursunuz ne de zulme uğratılan. Bakara Suresi 278-279
 
Kaynak: www.diniyazilar.com 

Yılbaşı Kutlamaları…

 

Geçtiğimiz günlerde ünlü bir şarkıcı yılbaşına hazırlık olarak evinde yaptığı bir takım hazırlıkları sosyal medya üzerinde paylaşmış ve bunlara insanlardan çok sert tepkiler almış. Bu yılbaşı hazırlıklarını gören pek çok insan bahsi geçen şarkıcıya dinden çıkmak, dinsiz olmak gibi sert suçlamalarda bulunmuşlar. Bu yazıda bu olaydan hareketle konuyu Kuran çerçevesinde ele almaya çalışacağım.
Öncelikle Kuran’a göre bir kişi kendisi açıkça Allah’ı, ahiret gününü ve dini inkâr ettiğini söylemedikçe o kişiyi kâfirlikle, müşriklikle itham etmenin doğru olmadığını düşünüyorum. Kuran’da dağınık bir biçimde çeşitli ayetlerde gerek kâfirlerin gerekse müşriklerin bazı özelliklerinden bahsedilse de insanları kâfir, müşrik, müslüman, mümin olarak sınıflamanın hesap gününde Allah tarafından yapılacağı, insanlar arasında hükmün Allah tarafından verileceği anlatılmaktadır. Ayrıca Kuran’ın başka ayetlerinde de belirtildiği gibi gerek işlenen günahlar için gerekse inkâra sapan kişiler için tövbe kapısı açıktır. Bu tövbeleri kabul edip etmemek de Allah’ın iradesindedir.
İkinci olarak yazımısın ana konusu olan yılbaşı kutlamalarına, müslümanların yılbaşı kutlayıp kutlayamayacaklarına veya müslümanların yılbaşı gecesini nasıl geçirmeleri gerektiğine gelirsek bu konudaki tartışma da büyük ölçüde dinin kaynağı konusundaki anlaşmazlıktan kaynaklanmaktadır. Yılbaşı kutlamalarına ve yılbaşında müslümanların nasıl davranacağına ilişkin hadislere ve hadislerden hareketle oluşturulan mezhep izahlarına baktığımızda farklı sadece Kuran’dan hüküm çıkardığımızda farklı sonuçlara ulaşmaktayız.
Hadis ve mezheplere göre Hıristiyanlara ve diğer müslüman olmayan topluluklara benzemek yanlıştır. Bu hadislerden de hareketle yılbaşı kutlaması yapmak, yılbaşı kutlamalarında ağaç, hindi gibi şekilsel olarak dahi hıristiyanlara benzer davranışlarda bulunmak müslüman için uygun değildir. Bu hadislere kısaca bakarsak;
“Kim bir kavme (topluluğa) benzemeye çalışırsa o, onlardandır.” Ebu Davud, libas 4
“Bizden başkasına benzemeye çalışan, bizden değildir” Tirmizi, istizan
“Yahudi ve Hıristiyanlara benzemeye özenmeyiniz.” Tirmizi, istizan
Hâlbuki Kuran’a baktığımızda yılbaşına ilişkin bir emir ve yasak yoktur. Kuran’a göre diğer günlerde geçerli olan yasaklar yılbaşında da geçerlidir, diğer günlerde geçerli olan emirler yılbaşında da geçerlidir, diğer günlerde geçerli olan helaller yılbaşında da helaldir. Yani yılbaşı gecesine özel hükümler getirilmemiştir. Kuran’a göre bir müslüman alkolden, zinadan ve israftan uzak durmalıdır. Aynı durum yılbaşı gecesinde de geçerlidir. Kuran’a göre bir müslümanın evini süslemesi, yakınlarıyla ve dostlarıyla beraber vakit geçirmesi, hindi yemesi helalken yılbaşı gecesinde de helaldir. Bir müslümana namaz kılması, Allah’ı çok anması, Allah’a şükretmesi ve ramazan ayında oruç tutması emredilirken bunlar yılbaşı gecesinde de geçerlidir.
Ayrıca Kuran’ın geneline baktığımızda Hıristiyanlar olsun, diğer dinlerden ve milletlerden toplumlarla ilgili olarak yukarıdaki hadislere benzer şekilde toptancı bir yaklaşımın olmadığını görürüz. Yani gerek tarihsel gerekse günümüze ilişkin bu toplumlardan azgınlık yapan, Allah’ın yolundan sapan, Allah’ın kelimelerini değiştirmeye çalışan insanlar olduğu gibi Allah’a ortak koşmayan, Allah’a samimi bir biçimde kulluk etmeye çalışan, Allah’ın sevdiği kullarının da olduğu belirtilmiştir. Bununla beraber Kuran’ın hiçbir yerinde bizlere Hıristiyanlara veya başka bir topluma benzemememiz yönünde bir emir bulunmamaktadır. Zira böyle bir emir olsaydı da uygulaması herhalde zor olurdu. Çünkü dünyada Hıristiyan diyebileceğimiz tek bir toplum veya insan tipi bulunmamaktadır. Onlar da yaşayışları açısından kendi içlerinde farklılaşmaktadırlar. Ayrıca bugün Hıristiyanlara benzemememiz gerektiğini savunan mezhepçilere şunu da sormak gerekir. Hıristiyanlara benzememek sadece yılbaşı kutlaması yapmamak, yılbaşı gecesi hindi yememek ile tamamlanmakta mıdır? Yoksa hıristiyanlara benzememek için büyük oranda Hıristiyan dünyada üretilen televizyon, cep telefonu, internet gibi her türlü teknolojiden de uzak durmak gerekmez mi?
Sonuç olarak Kuran’a göre bir müslüman için geçerli olan emirler, yasaklar, helaller yılbaşında da geçerlidir. Bunun dışında hindi yememek, yılbaşına özel bir şey yapmamak veya Hıristiyanlara benzememek gibi bir yasak Kuran’da ve Allah’ın dininde söz konusu değildir. Bununla beraber bence müslümanlar olarak yılbaşını ve yılbaşı gecesini Allah rızası için fırsata dönüştürebiliriz. Her birimiz kısa bir süre de olsa kendimizle baş başa kalıp bütün yılın nasıl geçtiğini, ne gibi günahlara girdiğimizin, bir yıl boyunca yeterince Allah’a kulluk edip etmediğimizin iyi bir muhasebesini yapabilir, Allah’a günahlarımız için tövbe ve bize sundukları için şükrederebiliriz. Herkese şimdiden hayırlı bir yıl diliyorum.
 
Kaynak: www.diniyazilar.com

Maide 33′te Bahsedilen Nefsi Müdafaa ve Kısastır

 

Bu çalışmamda; Maide 33′de bahsedilen “çaprazlama” meselesinin ne olduğundan bahsedeceğim, ama ondan önce kısaca başka bir konuya değinerek giriş yapmak istiyorum;
Kuran’a göre hırsızlığın cezasının ne olduğuyla ilgili de çok soru gelmekte. Kitapta ifade edilen el kesme cezasının eli tamamen kesmek mi yoksa çizdirip işaretlemek mi olduğu konusu üzerinde duruluyor özellikle.
Kuran’ı bütünlük içinde ele alınca genel olarak hemfikir olunan sonuç şudur;
Kitapta hırsızlık vakalarıyla ilgili el kesme ifadesi 3 anlamı da içermekte:
1- Elini kesme
2- Elini çizdirme (işaretleme)
3- İmkanını kesme, yani hapsetme ve buna benzer kısıtlamalar getirme.
Dikkat edilirse ayetlerde anlatılan, Yusuf Peygamberin öyküsünde de hırsızın alıkonulduğunu yani hapsedildiğini görüyoruz.
Hırsızlığın büyüklüğüne/derecesine ve hırsızın durumuna göre bu 3 uygulamadan birinin yapılması isteniyor ayetlerde diye düşünmekteyiz. Ayrıca mağdur yani mal sahibi isterse hırsızı affedebilir veya başka özel durumlardan dolayı hırsıza hiç ceza verilmediği vakalar da olabilir (örneğin açlıktan/mecburiyetten dolayı çalma, kleptomani/çalma rahatsızlığı yüzünden bunu yapma vs…). Zaten ayetlerde, birey hakkına yönelik en büyük ihlal olan cinayet suçu için bile mağdur yakınlarına affetme yani cezayı hafifletme yetkisi verildiği dikkate alınırsa, nisbeten daha hafif bir suç olan mal/para gasbında yine aynı af kapısı her zaman açık demektir.
Ama ben yazımın başında da dediğim gibi asıl Maide Suresi 33. ayette bahsedilen “çaprazlama ” konusuna değinmek istiyorum ve bu konuda yeni birşey söyleyeceğim. Durum zannedilenin tam tersinedir. El ve ayakları çaprazlama kesme uygulamasını aslında putperestler kendilerine boyun eğmeyenlere/Müslümanlara uygulamaktaydı ve ayette bahsedilen de, peygamber döneminde bundan vazgeçmeyen zalimlere karşı aynı şekilde karşılık vererek savunma mücadelesi yapılmasıdır.
Öncelikle iyi anlaşılmalıdır ki ilgili ayet saldırganlara karşı Müslümanların yaptığı savunma savaşıyla ilgilidir.
Zaten şu yazımda da belirttiğim üzere İslam’da sadece nefsi müdafa, yani savunma savaşına izin vardır:
Ve işte yine nefsi müdafadan bahseden bu ayet, o zamanlar imanlılara zulüm yapanlara ve bunu inatla sürdürenlere yaptıklarının aynısıyla karşılık verme, onlara yaptıklarını tattırmakdan/iade etmekten bahsetmektedir:
Maide Suresi 33: “Allah ve resulüyle savaşanların ve yeryüzünde bozgunculuk yapmaya çalışanların cezası şudur: Öldürülürler yahut asılırlar yahut elleriyle ayakları çaprazlamasına kesilir yahut bulundukları yerden sürülürler. Bu onlar için dünyada bir rezilliktir. Âhirette de onlara büyük bir azap vardır. 34. Ancak onları ele geçirmenizden önce tövbe edenler bunun dışındadırlar. Artık Allah’ın çok bağışlayıcı, çok merhamet edici olduğunu bilin.”
Dediğim gibi, o dönemde durup dururken Müslümanlara saldıran ve bundan da, yani savaştan vazgeçmeyen, barışa yanaşmayan zalimlere karşı nefsi müdafa mücadelesi ve kısas istenmektedir sadece. Kuran’ın anlattığı üzere, Müslümanlara karşı putperestler bu çaprazlama uygulamasını gerçekleştirmekteydiler eskiden beri (özellikle Mısır Firavunları). Konunun anlaşılabilmesi için öncelikle şu çalışmam okunmalı:
Texe Marrs’ın Codex Magica isimli kitabında da anlattığı üzere Antik Mısır dininde “X” yani “çaprazlama işareti” güneş tanrısı Osiris’in simgesiydi ve bu yüzden onlar için kutsaldı . Mısır kralları gömülürken elleri ve ayakları çapraz pozisyonuna getirilirdi. Eski Mısır medeniyetinden kalma yazıtlarda, tapınak ve piramitlerin duvarlarında da X sembolü sıkça görülmektedir. Ayrıca kendilerine karşı gelenleri cezalandırırken yine bu çaprazlama ritüelini kullanırlardı.
Ayetler de; putperestlerin eski çağlardan beri, Müslümanlara karşı şiddet uygularken bile çaprazlama takıntılarını sürdürdükleri bilgisini vermektedir. Taha Suresi’nde anlatılan olayda, Firavunun Müslüman olanlara yönelik olarak el ve ayakları çaprazlama kesme yöntemine başvurmaya kalktığını görmekteyiz:
Taha Suresi
63. Dediler ki: “Şunlar, iki büyücüden başka birşey değillerdir. Büyüleriyle sizi toprağınızdan çıkarmak ve sizin örnek yolunuzu silip yok etmek istiyorlar.
64. “Hemen hünerlerinizi birleştirin; sonra saf bağlamış olarak gelin! Bugün, üstün gelen kurtulmuş olacaktır. “
65. Dediler: “Ey Mûsa, ya hünerini ortaya at yahut da ilk hüner sergileyen biz olacağız. “
66. Mûsa dedi: “Hayır, siz atın!” Bir de ne görsün! Onların ipleri, sopaları, yaptıkları büyüler yüzünden, kendisine gerçekten koşuyorlarmış hayaline verdi.
67. Mûsa birdenbire içinde bir korku duydu.
68. Şöyle dedik: “Korkma, üstün gelecek olan sensin!”
69. “Sağ elindekini yere bırak! Onların, sanayi olarak ortaya çıkardıklarını yalayıp yutsun. Onların sanayi olarak ürettikleri sadece bir büyücünün hilesidir. Büyücü ise nereye gitse iflah etmez. “
70. Bunun üzerine büyücüler secdelere kapanıp şöyle seslendiler: “Hârun`un ve Mûsa`nın Rabbine inandık!”
71. Firavun dedi: “Ben izin vermeden ona inandınız öyle mi? O size, büyüyü öğreten büyüğünüzdür. Yemin olsun, ellerinizi, ayaklarınızı çaprazlama keseceğim ve yemin olsun sizi hurma ağaçlarına asacağım. O zaman iyice bileceksiniz, hangimizin azabı daha şiddetli ve sürekli. “
72 Dediler: “Biz seni, bize gelen açık-seçik kanıtlara ve bizi yaratmış olana asla tercih etmeyeceğiz. Verdiğin hükmü uygula. Senin hükmün olsa olsa bu dünya hayatında geçer. “
Firavunların pagan, Spiritualist/Ruhçu temele dayalı, ve çapraz işaretini kutsal gören öğretisi antik Mısır dönemiyle sınırlı kalmadı elbette. Günümüze kadar varlığını çeşitli adlarla dünyanın dört bir tarafında sürdürdü (yahudi mistisizmi de bu öğretinin temeli üzerinde inşa edildi) ve hala da sürdürmekte (örneğin uzakdoğu meditasyonlarında bacaklar çapraz pozisyonuna getirilip transa geçilir vs.).
Binlerce yıldır çeşitli versiyonlarıyla insanları şirke batırmayı sürdüren Ruhçuluk, elbette her dönemde olduğu gibi peygamberimizin döneminde de putperestler üzerinde etkiliydi. Ve dolayısıyla o zamanın çok tanrıcıları, Müslümanlara karşı aynı şiddeti ve yöntemi sürdürmekteydiler. Tıpkı daha önceki peygamberlerin dönemlerinde de olduğu gibi…
Texe Marrs’ın Codex Magica isimli kitabından bazı resimler
Ve tekrar belirtelim; böyle eskiden beri Müslümanların el ve ayaklarını çaprazlama kesen ve bu eylemlerini sürdüren paganlara/putperestlere karşı kısas olarak, yani onlara yaptıklarının aynısının uygulanması bir seçenek, bir savunma stratejisi olarak sunulmuş Maide Suresinde. Peygamberleri ve takipçilerini ülkelerinden çıkarılanları aynı şekilde ülkeden sürmek, onlara saldıranlara aynı şekilde karşılık vermek, kısaca “göze göz, dişe diş” izninden bahsedilmiş. Ve dediğim gibi, kitabı bütünlük içinde okuyunca görmekteyiz ki bu, Müslümanlara verilen savunma savaşı izni, eğer saldıranlar müminlere bu yaptıklarından vazgeçip barışa yanaşırlarsa bitiyor.
Başka bir deyişle burada bahsedilen çaprazlama olayının hırsızlıkla veya o kişinin inanıp inanmamasıyla hiçbir ilgisi yoktur. Sadece fiziksel olarak saldıranlara karşı savunma savaşı ve kısas isteniyor o dönemde hepsi bu. Yoksa herkes dilediği şeye inanmakta veya inanmamakta ve bu doğrultuda yaşamını yönlendirmede özgürdür. Kimseye inancından dolayı tokat dahi atılamaz Kuran’a göre.
 
Kaynak: www.diniyazilar.com

Ölüme Hazırlanmak…

 

 Maya takvimine göre 21 Aralık’ta Dünya’nın sonu geliyor şeklinde bir çok spekülasyonla meşgul bu ara gündem biliyorsunuz ki. Bu konuda geçenlerde bir programda, “İnsanlar Uyurlar Ölünce Uyanırlar” kitabının yazarı Yrd. Doç. Dr. Emre Dorman’ı dinledim ve bu muhabbeti çok güzel bir noktaya vardırdı kendisi. Aynı zamanda benim de, dinimi yaşayışımla ilgili uzun zamandır (ne yazık ki) yapmadığım bir değerlendirmeyi yapmama vesile oldu.
“Her insanın ölümü zaten kendi kıyameti” dedi. İnsanoğlu sürekli bir merak içinde, asırlardır tahminler yürütme peşinde Dünya’nın sonunun ne zaman geleceğine dair. Dünya’nın sonlu olduğu zaten artık herkesin gözünde aşikar, bilim adamlarınca da kanıtlanmış bir mevzu, bunu biliyoruz da; acaba ne zaman o son diye kendi kendimizi yiyip bitiriyoruz. Oysa ki Emre Dorman’ın da dediği gibi, kendi kıyametimiz değil mi aslolan? Neden her an kendi kıyametimiz gelecekmiş gibi yaşayıp hazırlanmayız da anca bir Maya takvimi, çok yaklaşan bir göktaşı gibi bir haber çıktığında hemen paniğe kapılıp şunu da yapayım bunu da yapayım gibi bir telaşa gireriz? Dünyada kıyamet ne zaman kopacak bilmiyoruz; ancak kendimizinkinin kopması asırlar alamayacak orası belli.
Buna rağmen, 21 Aralık’a kadar çoğu insanın giriştiği hazırlığı ölümümüz için her an yapmıyoruz ne yazık ki. Çünkü ölümü hatırlamaktan kaçıyoruz. “İnsanların hesaba çekilmeleri yaklaştı. Hâlbuki onlar gaflet içinde yüz çevirmekteler.” şeklinde geçer Enbiya 1’de. Görünen köy bu kadar barizken nedense o hesap günümüzü unutmaya daha çok meyilliyiz. Çünkü mutlak bir son veya ölüm, hesap günü çok can sıkıcı, çirkin bir konu çoğu kişi için. Hatıra getirilmesi insanın içini karartan, ağırlık veren bir konu… Hiç anmamanın daha iyi olduğu bir şey gibi. Ancak; ölüme hazırlanmak öncelikle onu sık sık hatırlamaktan geçiyor. Sık sık hatırlayarak, her anımıza bu düşünceyi katarak dedikodu yapmayan, ibadetlerini bahanelerle ertelemeyen, dinini ve Allah’ı hayatının merkezine koyan insanlar olabiliriz. Ancak bu şekilde ölüme adım adım titiz bir hazırlıkla ilerleyebiliriz. İçimizi ferahlatan bir hazırlık hem de bu bence. Ölümü çirkinlikten arıtan; dünyevi emellerle yaptığımız her türlü hazırlıktan daha somut bir hazırlık…
İşte bu hazırlık adına yaşadığımız seneleri ne için, ne uğrunda harcıyoruz bunu düşünecek vakit bulmak zorundayız sık sık. Hayal etmeliyiz sona yaklaşışımızı.. Pişman olanlardan olmamak için. Bir defa bu hayat gittiğinde, hesap defterinin açılmamak üzere kapandığı o anda: “Ya da azabı gördüğü zaman: “Benim için bir kere daha dünyaya dönme fırsatı olsaydı da, ihsan edenlerden olsaydım diyeceği günden sakının.(Zumer-58) diyecek olanlardan haber veriliyor, onlardan olmamak için.
Lütfen sadece 5 dakikanızı ayırıp o anları bir hayal edin, elinizden hiçbir şeyin gelmeyeceği o anlardaki çaresizliği… Belki yarından itibaren bir faydası olur ve bir hazırlık başlar.
 
Kaynak: www.diniyazilar.com

Müslüman’a Düşen Yalnızca Tebliğdir

 

İslam’da tebliğ önemli bir ibadettir. Her Müslüman tebliğ yapmakla sorumludur. Tebliğin nasıl yapılması gerektiğini Kuran’dan öğreniriz. Peygamberlerin tebliğ yöntemleri bizim için en güzel örnektir. Allah, Peygamberlere insanları dine çağırırken güzel sözle öğüt vermelerini bildirmiştir.
Rabbinin yoluna hikmetle ve güzel öğütle çağır ve onlarla en güzel bir biçimde mücadele et.(Nahl Suresi (16/125)
Hiçbir peygamber dini tebliğ ederken zor ve baskı uygulamamış, en akılcı yöntemlerle insanları Allah’ın yoluna davet etmişlerdir.
**
Hz. İbrahim
Hz. İbrahim kavmine putlara tapmanın ne kadar büyük bir sapkınlık ve akılsızlık olduğunu en etkili yöntem ve örneklerle anlatmış ve insanları Allah’a iman etmeye davet etmiştir. Kavmine Allah’ı anlatırken onların vicdanlarını harekete geçirecek, onları düşündürecek yöntemler izleyen Hz. İbrahim, onlara sorular sorarak düşünmelerini sağlamış, böylece içinde bulundukları sapkınlığı kendilerine göstermiştir. Taptıkları sahte ilahların şuursuz birer tahta ve taş parçasından ibaret olduğunu anlamalarını sağlamıştır.
Böylece o (Hz. İbrahim), yalnızca büyükleri hariç olmak üzere onları paramparça etti; belki ona başvururlar diye.
Dediler ki: “Ey İbrahim, bunu ilahlarımıza sen mi yaptın?”
“Hayır” dedi. “Bu yapmıştır, bu onların büyükleridir; eğer konuşabiliyorsa, siz onlara soruverin.”
Bunun üzerine kendi vicdanlarına başvurdular da; “Gerçek şu ki, zalim olanlar sizlersiniz (biziz)” dediler.
Sonra, yine tepeleri üstüne ters döndüler: “Andolsun, bunların konuşamayacaklarını sen de bilmektesin.”(Enbiya Suresi 62-65)
Hz. Süleyman
Hz. Süleyman “Rabbim, beni bağışla ve benden sonra hiç kimseye nasib olmayan bir mülkü bana armağan et. Şüphesiz Sen, karşılıksız armağan edensin.” (Sad Suresi, 35) duasıyla sahip olduğu zenginlikleri, Allah’ın bildirdiği İslam ahlakını dünya üzerinde yaymak için en güzel şekilde kullanmıştır.. Kudüs’te bulunan Hz. Süleyman’ın sarayı yeryüzündeki en ihtişamlı ve görkemli yapıtlardan bir tanesiydi.
“…Gerçekten ben, mal (veya at) sevgisini Rabbimi zikretmekten dolayı tercih ettim…” (Sad Suresi, 32)
Hz. Süleyman fethettiği ülkelerde yaşayan insanları Allah’a iman etmeye ve teslim olmaya davet etmiştir. Sebe Ülkesi’ne gönderdiği İslam ahlakına davet mektubu bu konuda çok önemli bir delildir. Hz. Süleyman’ın aklı, ilmi ve sanatı karşısında çok etkilenen Sebe Melikesi Allah’a iman etmiştir. Bu durum Kuran’da şöyle bildirilmiştir:
“Ona: “Köşke gir” denildi. Onu görünce derin bir su sandı ve (eteğini çekerek) ayaklarını açtı. (Süleyman:) Dedi ki: “Gerçekte bu, saydam camdan olma düzeltilmiş bir köşk-zemindir.” Dedi ki: “Rabbim, gerçekten ben kendime zulmettim; (artık) ben Süleyman’la birlikte alemlerin Rabbi olan Allah’a teslim oldum.””(Neml Suresi, 44)
**
Bugüne dönersek bizler de peygamberlerin uyguladığı akılcı yöntemleri örnek almalı, İslam’ın hayrına olacak şekilde tebliğ yapmalıyız. Bunun için öncelikle Kuran’ı okumalı ve hurafelerden arınmış gerçek dini çok iyi kavramalıyız. Televizyonlarda ve internet ortamında yobaz zihniyetin dine verdiği zarar ortadadır. Dinimizde yeri olmayan uygulamaları din olarak kabul eden ve insanlara zorla dayatmaya çalışan bu insanlar, Allah’ın bizler için kolaylaştırdığı İslam’ı yaşanması imkânsız hale sokmakla kalmıyor, sergiledikleri düşmanca tavırlarla insanları dinden uzaklaştırıyorlar.
Allah’tan bir rahmet dolayısıyla, onlara yumuşak davrandın. Eğer kaba, katı yürekli olsaydın onlar çevrenden dağılır giderlerdi… (Ali İmran Suresi, 159)
İnsanları açık-kapalı, zengin-fakir, Hıristiyan-Musevi, kadın-erkek demeden İslam’a davet etmeli, bunu yaparken de kötü sözden ve üsluplardan uzak durmalıyız. Kimse kimsenin dini ve inancı hakkında hüküm verme yetkisine sahip değildir. Kimse kimseyi kapalı olmadığı için, ibadetlerini yerine getirmediği için de yargılama hakkına sahip değildir. Herkes kendi amellerinden sorumludur. Müslüman’a düşen yalnızca tebliğdir.
Fakat onlar yüz çevirirlerse, sana düşen yalnızca apaçık bir tebliğdir. (Nahl Suresi, 82)
 
Kaynak: www.diniyazilar.com

Kuran’da Seferi Namazı Yoktur!

 

2 gün önce İstanbul dışında bir mescitte namaz kıldıktan sonra bir konuşmaya kulak misafiri oldum. Konuşanlar da benim gibi farklı bir şehirden gelmişlerdi. Geldikleri yolun uzunluğundan bahsediyorlar, seferi olup olmadıklarını dolayısıyla namazı kısaltmaları gerekip gerekmediğini sorguluyorlardı. Kimilerine göre evet kısaltmalıydılar çünkü yollarının uzunluğu kısaltma şartını sağlıyordu, kimilerine göre ise km barajını geçemediklerinden, kısaltmaları mümkün değildi.
Hâlbuki kendilerine dert edindikleri konunun cevabını bulmak çok basitti: Kur’an.
İnsanların olmayan ayrıntılarda boğulduğu, Kur’an yerine hadis, fıkıh gibi kaynaklara başvurarak doğruyu bulmaya çalıştığı konulardan sadece bir tanesi, seferi olma hali ve dolayısıyla seferi namazı.
Seferi olmaktan kasıt yolculuk halinde olmak, yaşanılan yerden başka bir yere gitmektir. Kur’an’dan uzak yaygın görüşe göre bir insan şu hallerde seferi sayılabiliyor:
- 84-90 km yolculuk yapmak
- Gidilen yerde on beş günden az kalmak
- Buluğ çağında olmak
Kur’an’da ise namazın kısaltılabileceğinden sadece bir ayette bahsedilir ve burada ölüm tehdidi ile yüz yüze gelmek söz konusudur:
Yeryüzünde dolaştığınız zaman, küfre sapanların size tedirginlik vermesinden korkarsanız, namazı kısaltmanızda sizin için bir sakınca yoktur. Şu bir gerçek ki, küfre batanlar sizin için açık bir düşmandır. Nisa Suresi 101
Ayette tatil, iş gezisi gibi keyfi bir seyahat anlaşılmıyor. İnananların tehlike halinde olması söz konusu. Ayrıca Allah kısaltın da demiyor, kısaltmanızda bir sakınca yoktur diyor. Yani kısaltma olmayabilir de. Ve görüldüğü gibi ne km den ne gün sayısından ne de başka herhangi bir şarttan bahsedilmekte.
Seferilik namazını icat edenlere sadece hayret edebiliyorum. Bu insanlar kendilerini çok mu akılsız görüyorlar da Kur’an’a başvuracaklarına, insani uydurmalara itibar ediyorlar; yoksa Kur’an’ı çok karmaşık, anlaşılmaz, eksik mi buluyorlar da normal bir akıl seviyesiyle anlaşılabilecek bir ayeti yeterli bulmayıp, Allah’ın dinini bozup, İslamı da hayatı da kendilerine zorlaştırıyorlar.
 

Yarından Sonraki Gün…(The Day After Tomorrow)

 

TV de bir film takıldı gözüme: The Day After Tomorrow (Yarından Sonra). Filmde, buzul çağı dünyaya hâkim olur ve dünyanın birçok bölgesi donar. Elbette milyonlarca insan ölür, sadece kahramanlarımız “ölümü alt ederler”. Ölümü alt etmek mümkün müdür gerçekten? Yoksa sadece bugün ölmedik diye aslında hiç ölmeyeceğimizi mi zannederiz? Kahramanlarımız büyük felaketleri atlatarak ölümden kurtulmuşlar, ekranların karşısındaki bizlere de “oh ölmediler” sevinci yaşatmışlardır.Sanki hiç ölmeyeceklermişçesine sanki hiçölmeyecekmişizcesine…
Uğrunda çalıştığımız, savaştığımız onlarca dünyevi başarının bir gün hiçbir şey ifade etmeyeceğini bile bile sanki hiç ölmeyecekmişiz gibi dünyevi hırs içinde yaşıyoruz. Allah Kuran’ı Kerim’de şu şekilde buyurur:
Yine O’nun ayetlerindendir ki O size, korku ve ümit olmak üzere şimşeği gösteriyor; gökten bir su indiriyor da ölümünden sonra toprağı onunla canlandırıyor. Bunda, aklını işleten bir topluluk için elbette mucizeler vardır.
Rum Suresi 30/24
Yani aslında sadece bir yakınımızı kaybettiğimizde hissettiğimiz ölüm hissini (korkusunu, bilinmezliğini) aslında her gün görüyor ve yaşıyoruz faklı formatlarda. Mevsimlerin değişmesiyle çiçekler açıyor soluyor yapraklar yeşerip kuruyor… Etrafımızdaki pek çok canlının da öldüğünü görebiliyoruz. Hatta bırakın etrafımızı her gece ölümü yaşıyoruz aslında uykumuzda. Tekrar uyanana kadar dünya ile olan tüm irtibatımız kesiliyor. Yani öyle bir gaflet ki içinde bulunduğumuz; her gün ölümü görsek ve bir gün kesinlikle öleceğimizi bilsek de bilmezden ve görmezden geliyoruz işte!

Kadınlar, Adet Hali ve Namaz…

 

Ne yazıkkı genel olarak kitap okumadığımız halde bilmediğimiz bir konu üzerinden kullaktan dolma cehaletimiz ile savunmaya geçeriz ve gerçekten o konu hakkında bilgiliymişçesine savaş veririz. Aynı konu geçenlerde bir ortamda benim başıma geldi. Konu bayanların adet döneminde namaz kılabilir mi-kılamaz mı? Arkadaşım Allah inancı olan ama Kur’an hakkında duydukları dışında üzülerek söylüyorum bilgisi olmayan bir insan. Kendisine açıklama yapıp belki araştırmasına da vesile oldum, konu hakkında burdan da yazmak istedim..
Bayanların, adet döneminde yapılması yasak olan davranış Bakara suresi 222. ayette açık ve net olarak bildirilmiştir.
Sana kadınların ay halini sorarlar. De ki: “O bir ezadır (rahatsızlıktır). Ay halinde kadınlarla cinsel ilişkiye girmeyin. Temizleninceye kadar onlara cinsel birliktelik için yaklaşmayın. Temizlendikleri vakit, Allah’ın size emrettiği yerden onlara yaklaşın. Şüphesiz Allah çok tövbe edenleri sever, çok temizlenenleri sever.”
Bakara /222
Ayette açıkça belirtilmiş olan, adet döneminde erkeğin kadınına yaklaşmamasıdır. Kuran da bayanlar âdetli iken namaz kılmasınlar diyen tek bir ayet yoktur. Dolayısıyla bayanlar adetli iken de namaz kılmalıdırlar. Bu dönemde “akıntımız var, abdestimiz geçerli değil, bu nedenle namaz kılamıyoruz” demek doğru değildir. Aksi halde Allah’ın emrine karşı gelmiş olunur.
Abdesti bozduğu gerekçesi ile namazın olmayacağını söylemekte Kuran’a uygun değildir.
“Ey iman sahipleri! Namaza duracağınız zaman yüzlerinizi ve dirseklere kadar ellerinizi yıkayın; başlarınızı mesh edin ve topuklara kadar ayaklarınızı mesh edin/yahut yıkayın. Eğer cünüp iseniz iyice temizlenin! Hasta yahut yolculuk halinde iseniz yahut biriniz tuvaletten gelmişse yahut kadınlara dokunmuş da su bulamamışsanız temiz bir toprakla teyemmüm edin: Yüzlerinizi ve ellerinizi ondan mesh edin. Allah size zorluk çıkarmak istemiyor. Ancak sizi temizlemek ve üzerinizdeki nimetini tamamlamak istiyor ki, şükredebilesiniz.
Maide/6”
Abdesti bozan hususlar, Maide suresinin 6. ayettinde açıkça anlatılmıştır. Dolayısı ile adet hali abdest bozan bir durum değildir.
Yukarıda ayetlerle açıkladığımız hususlar dikkate alındığında âdet döneminde namazın askıya alınması mümkün değildir. Hanımlar bu dönemlerinde de namaz öncesi abdest alarak namaz kılmaları ve böylece namazlarına devam etmeleri Allah’ın emridir.
Allah kıldığınız namazları kabul etsin…
 
Kaynak: www.diniyazilar.com

Merhamet İnsanlığın Sanatıdır

 

İnsan, samimi imanının derinliğine göre sever, sevilir. Allah’ın yarattığı varlıklardaki sevgi, şefkat ve coşku meydana getiren yönleri görebilir; tümünden haz alır. Gerçek anlamda iyi, şefkatli, merhametli olmak imanın getirdiği birer nimettir; birer güzelliktir.
İnsan, Allah’a aşkla bağlıysa O’nun buyruklarına çok titiz olur, en çok O’nu sever ve en çok O’na saygı duyar. Bencil ve nefsine düşkün olmaz. Şefkatli ve koruyucu olur, çıkarlarının peşinde olmaz; affedici olur. Kişinin içinde Allah sevgisi yoksa yalnız kendi çıkarlarını düşünür, affetmez, çıkarlarıyla çatıştığında ise sert davranabilir.
Sevgiyi, güzelliği sağlayan her özellik Allah aşkı ve korkusuyla kazanılır. Bu duygular insanların daha şefkatli, daha merhametli, daha sevecen ve daha ince düşünceli olmalarını sağlar. Ve güzel ahlâkın kökenini oluşturur.
“Allah, kullarına karşı şefkatli olandır”. İnsan Allah’a yakın olduğu zaman O’nun sıfatları, üzerinde tecelli eder. Müminlerin şefkat ve merhameti Allah’ın merhametinin bir tecellisi olduğundan Allah’ın hoşnutluğunu gözeten bir merhamet şeklidir. Merhametlerinde aldıkları ölçü Kur’an’dır. Kuran’ın dışında bir sistemi ölçü alan merhamet anlayışı, “Rahmanî” değil, “şeytanî” bir merhamettir.
Kur’an ahlakını yaşayan insan, binlerce kez hata yapmış da olsa sevdiğine karşı merhametli ve her koşulda bağışlayıcıdır. Asıl bağışlayıcı olan Allah’tır; cezayı verecek olan insan değildir. Bağışlamak sıkıntı, azap, çile içinde olmamalı, içten olmalıdır. İntikamın şeytani bir tadı vardır; insan gönülden affetmeli, şefkatle bakmalıdır. Affetmek, müminler arasındaki sevgi zeminini oluşturmada Allah’ın sunduğu sayısız nimet ve güzellikten biridir.
Mümin, insanların her zaman için iyiliğini ister. Kendi sonsuz hayatını düşündüğü gibi, insanların da ahiretini düşünür; hata yaptıklarında uyarır, kötülükten engellemeye çalışır. Kendi için ettiği dualarında kardeşlerini asla unutmaz.
Sevgisini Allah sevgisi ve hoşnutluğu üzerine kurmuş insan, hata da yapsa sevdiği kişiye îmanından kaynaklanan şefkat, merhamet ve bağışlama ile yaklaşır. Ve inanan insanın, karşısındaki kişiye sevgisi, yaşlılık, sakatlık ya da maddi kayıp gibi durumlarda olumsuz etkilenmez. Aksine merhameti artar.
Allah için yaşanan sevgide sadakat, şefkat, merhamet ve bağışlama vardır. Allah için yaşanan sevgi, süresiz ve sonsuzdur. Bu sevgi, önce dünyada ve ardından sonsuz yaşamda devam etmeye kilitlenmiştir. Müminlerin birbirlerine olan sevgileri ve birbirlerine karşı olumsuz duygular taşımamaları, Allah’ın samimi kullarına nimetidir. Bu nimet, “Onların göğüslerinde kinden (ne varsa tümünü) sıyırıp-çektik, kardeşler olarak tahtlar üzerinde karşı karşıyadırlar. (Hicr Suresi, 47) ayetiyle bildirildiği gibi, ahirette tam anlamıyla yaşanacaktır.
Kur’an Sevgi ve Merhametin Sanatıdır
Müslümanların acı çekmelerinin nedeni; şefkati, sevgiyi, merhameti öne çıkaracaklarına, kine, nefrete yanaşmalarıdır. Nefis nefrete, öfkeye, kine daha yatkındır; daima savaşı ister. İrade ve akılla dostluk, kardeşlik elde edilir. Sonuna kadar barışı, kardeşliği savunmak, affedicilik imanla olur.
Gerçek ve kalıcı sevgiye ulaşabilmek için, öncelikle Kur’an ahlâkı yaşanmalı. Allah’ın hoşnutluğunu ve sevgisini kazanmak için güzel ahlak gösteren insanlar, birbirlerini de Allah rızası için severler. Böylelikle sevgi, şefkat, merhamet ve hoşgörü -Allah’ın dilemesiyle- toplumun geneline yayılır.
Kadın, erkek, anne, baba her Müslüman için örnek kişiliktir Peygamberimiz (asm); O, yolumuzda ışıktır. Allah, O’nun kalpleri imana ısındıran ve Kur’an ahlâkına yaklaştıran sevgisini, ince düşüncesini ve şefkatini kalplerimize raptetsin, o “İlâhi rahmetin parıltısı” ile ruhlarımızı aydınlatsın…
Çünkü; “merhamet etmeyene merhamet edilmez.”
 

Allah’ın İpine Sarılmak…

Hüküm hiç şüpesiz Allah’ın dır. Allah adına konuşanların hükmü ise, gerçek müslümanı doğru yoldan uzaklaştıran bir fısıltıdan başka bir şey değildir. Müslüman olarak Kur’an’ın çığlığını duymayanlar malesef Allah adına hüküm verenlerin fısıltısına kulak kabartmaktadırlar. Kulaklarımızı Kur’an’ın çığlığına kapatmak yerine, kulağımızdaki fısıltılardan kurtulmalıyız. Allah bizi kuranla uyarıyor. Bu uyarıyı dikkate alıp Allah’ın kelimelerine sımsıkı sarılmalıyız. Allah bizden, Kur’an’ın ipine sarılmamızı ve bölünüp ayrılmamazı istiyor. Maalesef kimi çıkarları, kimi cehaleti yada her ne sebeple olursa olsun tarikatlara, mezheplere bölünerek Allah’ın ipinden kopup ne olduğunu bilmediğimiz iplere sarılıyoruz. oysaki en güvenilir ip Allah’ın ipidir.

3-Ali Imran-
103- Hepiniz Allah’ın ipine sımsıkı sarılın. Dağılıp ayrılmayın. Ve Allah’ın üzenizdeki nimetini hatırlayın.

Kur’an’a, yani ilahi mesaja kayıtsız kalma gibi bir lüksü yoktur. Ama malesef çoğu müslüman, bu ilahi mesaja yüz çevirip, ona sıradan bir kitapmışcasına davranıyorlar. İnsan sıradan saydığı bir şeyin içeriğini merak etmez. İnsan doğası gereği sıradışının peşinde koşar, sıradışı olanı merak eder. Oysaki kimi müslümanlar, sıradan kitaplara okadar sarılır ki, gerçek mucize (Kur’an) onlar için sıradanlaşır. Oysaki, bir müslümanın aradığı herşey kuranda varken ve dinin temelini oluşturan bu rahmet, tüm müslümanlara bizzat yüce Allah tarafından müjdelenmişken, ona yüz çevirmek, onu anlamaya çalışmamak, tam anlamıyla gaflet içinde olmaktır.

Allah’ın ipine sımsıkı sarılmanın vakti gelmedi mi…

Kaynak: www.diniyazilar.com

9 Aralık 2012 Pazar

Her Sabah, Günü Allah'a Adamak

Uyku hali ölüm gibidir ve insan bir daha hiç uyanamayabilir. Bu nedenle uyumadan önceki zaman, insanın bağışlanma dilediği son anlar olabilir. İnanan insan bu gerçeğin bilincinde olduğu ve ölümün her an geleb...
ileceğini asla unutmadığı için -belki de son fırsatı olan- bu anların değerini bilir. İçtenlikle Rabb’ine yönelir, bağışlanma diler; tevbe eder. İnsan bütün gece şuursuz bir durumda uyur. Uykuda geçen uzun saatlere ilişkin tek hatırlayabildiği rüyalarıdır. Uyuduğu süre içinde dış dünya ile hiçbir bağlantısı yoktur. Uyku olduğu zannedilen o sürede gerçekte insan bir ölüdür; ruhu ve bedeni birbirinden ayrılmıştır.
Kur’an, insanların uykuda bir tür ölüm halinde olduklarını, “Allah, ölecekleri zaman canlarını alır; ölmeyeni de uykusunda (bir tür ölüme sokar). Böylece, kendisi hakkında ölüm kararı verilmiş olanı(n ruhunu) tutar, öbürüsünü ise adı konulmuş bir ecele kadar salıverir… (Zümer Suresi, 42) ayetiyle haber verir. Allah, “Sizi geceleyin öldüren (uyutan) ve gündüzün ‘güç yetirip etkilemekte (yapıp kazanmakta) olduklarınızı’ bilen, sonra adı konulmuş ecel doluncaya kadar onda sizi dirilten (uyandıran) O’dur... (Enam Suresi, 60) ayetiyle de insanların uykuda canlarını aldığını, ancak daha sonra belirlenmiş ölüm anı gelinceye dek tekrar geri verdiğini bildirir. Uyku sırasında bilinç ve algılama özelliği adeta kaybolur. O halde insanın ölüme benzeyen bu uykudan bilinçli bir şekilde uyanması, yatağına yatmadan önceki hali gibi görmesi, işitmesi ve hissediyor olması birer mucizedir.
Hiç kimse uyumadan önce, sabah yeniden uyanarak bu nimetlerin kendisine verileceğinden emin olamaz. Kendi rahmetinden olmak üzere O, sizin için, dinlenmeniz ve O’nun fazlından (geçiminizi) aramanız için geceyi ve gündüzü var etti. Umulur ki şükredersiniz. (Kasas Suresi, 73) Geceyi, gündüzü, oluşmalarına sebep kılınan koşulları, evreni saran muhteşem denge ve düzeni, olağanüstü sistemleri yaratan Yüce Allah’tır.
Allah, sürekli gündüzü ya da sürekli geceyi yaratmaya gücü yetendir. Ancak böyle bir durumda yeryüzünde canlılık biter; hayat diye birşey kalmaz. Allah, sonsuz merhametiyle geceyi ve gündüzü kusursuzca yaratır ve canlılar için en elverişli ortamı hazırlar. Samimi inanan insan güne başladığında, bu gerçekleri düşünür; Allah’ın üzerindeki merhameti için Rabb’ine şükreder. Bu yeni gün O’nun rızasını kazanması için tanınan yeni bir fırsattır. Yatağında kendine gelir gelmez Allah’a içten dua eder ve salih amellerde bulunmaya niyet ederek gününü O’na adar.
İman sahibi insan, attığı adımı Allah için atmaya, tüm gününü Kur’an ahlakının gereklerine göre yaşamaya gayret eder. Allah’ın beğendiği bu üstün ahlak, “De ki: “Şüphesiz benim namazım, ibadetlerim, dirimim ve ölümüm alemlerin Rabbi olan Allah’ındır.” (Enam Suresi, 162) ayeti gereği inanan insanın tüm yaşamına hakimdir. Uyku ile dinlenen, sabah sahip olduğu nimetlere yeniden kavuşan ve henüz günün ilk dakikalarında Allah’ın yakınlığını gönülden hisseden insanın aksine, bu gerçekleri hiç düşünmeyen birçok kişi vardır.
Onların sabah hissettikleri, o saatte sıcak bir yataktan kalkmanın zorluğu ve gün içinde farklı sıkıntılar yaşayacak olmanın verdiği endişelerdir. Yataktan zorlukla kalkar, öğleye kadar genellikle asabi ve gergin bir halde dolaşır, gün içinde de her günkü işlerini yaparlar. Allah’tan uzak yaşayan insanların her biri güne farklı şekillerde başlıyor da olsalar, tümünün davranışlarında ortak bir gaflet hali hakimdir.
Onlar, yaşayacakları günün Allah’ın hoşnutluğunu kazanabilmek için yeni bir fırsat olduğunu akledemezler. Oysa o sabah, dünya hayatında kişi için belirlenmiş son günün ilk saatleri olabilir. Ani bir kalp krizi ya da bir trafik kazası sonucu, insan bir daha hiç “sabah” yaşamayabilir. Kuşkusuz böyle şuursuz, gergin bir “sabah” yaşamak istemeyiz.
O halde Allah’ın yarattığı kadere tabi olduğumuzu unutmadan, O’na halisane teslim olarak, tevekkül ederek yaşamaya niyet edelim. “Allah’ım bugün de uyandırıp bana bir fırsat daha verdiğin için sana şükrediyorum. Sana yaklaşmak ve salih amellerde bulunmak için vesileler çıkar karşıma ve akşama girdiğimde de, sabaha erdiğimde de Seni övgüyle yüceltmeyi ilham et.” Öyleyse akşama girdiğiniz vakit de, sabaha erdiğiniz vakit de Allah’ı tesbih edip (yüceltin). (Rum Suresi, 17)
Fuat Türker